Bizde de ‘üst düzey’ takipçileri olan bir markanın Londra mağazasının açılışı, bitmek bilmeyen atraksiyonlarla bir karnavalı andırıyor
Louis Vuitton, dünyada lüks denince akla ilk gelen markalardan. Aynı zamanda ‘halktan aldığını halka verme’ konusunda da hassas davranıyor. Üstlendiği esaslı sanat projeleri dünyanın dört bir yanını dolaşıyor, her milletten sanatçıya destek veriyor. En son Londra’da 125’inci yıllarının ve yeni mağazalarının açılış kutlamalarıyla adından söz ettirdi. Okudukça göreceksiniz, yapılan sanki bir yeni mağaza açılışı değil de Rio Karnavalı’nın kendisi!
Konsept, ‘koleksiyoner’
LV, New Bond Street’te Londra’daki en büyük mağazasını açtığı bu etkinlikte ‘Collector-Koleksiyoner’ konseptini kullanmış. Mağaza, sadece en güzelin ve en müstesnanın koleksiyonunu yapmayı seven bir koleksiyonerin evi gibi düzenlenmiş. Artık ‘LV dostları’ olarak tabir edilen, Takashi Murakami, Richard Prince, Gilbert&George gibi sanatçıların işleri bu mağazada da sergileniyormuş. Bir köşede yeni sezonun kıyafetleri enteresan biçimlerde kombinlenip bir araya getirilmiş. Bu köşeyi de personelden biri değil, dünyaca meşhur stilist ylist Katie Grand hazırlamış. LV defilelerinin
Geçen hafta dinlediğim, aklıma pek yatan hızlandırılmış bir İstanbul turundan bahsedeceğim bugün. Patenti, arkadaşım Banu Bora’ya aittir. Kendisi bu programı cuma gibi, İstanbul’da mümkünse kıpırdamamak gereken bir günde, üstelik öğleden sonra yapmış ve hepimize ilham vermiştir.
Tur, Eminönü’ne varmakla başlıyor. Buradan Boğaz turu yapan vapurlardan birine atlanıyor. Tercihiniz, yiyecek-içeceğinizi tedarik edip yola çıkmak olmalı... Zira teknelerde sadece kısıtlı miktarda içecek satışı yapılıyor. Bir buçuk saat boyunca püfür püfür Boğaz havası. İki kişi de olur, düşünmeniz gereken bir konu varsa tek başına da gider. Hatta temiz havada beyniniz daha iyi çalışır. Boğaz’ın ucundan Haliç’e uzanan, üstelik maliyeti 1.5 TL olan, sadece İstanbul’a özgü bir lüks...
Vapurdan indiniz. (Banu’nun vakasında vakit artık akşam üzeri olmuş bile...) 21 Haziran’a dek uzamaya devam eden uzun yaz günlerinin keyfini bu sefer de Galata Köprüsü’nün altındaki birahane veya lokantalarda oturup sürdürmenizi tavsiye ediyorum. Hemen yüzünüzü buruşturmayın: Evet, burada hiç iç açıcı mekanlar olmadığının, dükkanın önüne garip ‘bean bag’ler koyup nargile servis ettiklerinin farkındayım. Daha da beteri, çoğu
Gallery Anatolia, eşya, objenin yanında kişiye özel üretimde de hayli güçlü. Bunların tamamı da üç kişilik bir ekibin elinden çıkıyor.Büyükşehirden göç ederse hayatının hafifleyeceğini, ömrünün uzayacağını düşünenleri hayallendirecek bir hikaye, Sibel Düzel’inki
Kendisi Kaş’ta bir seramik atölyesinin sahibi. Pek zevkli, sahil kasabalarında benzer mekanlara özgü o hafif pespayelikten uzak durmayı başarmış bir atölye/mağazası var.
Kaş, yıllardır tekrar gitmek isteyip gidemediğim bir cennet vatan köşesi. Dalmayı seven dostlar, beni oldu-bittiye getirip Kaş’a sürükledi de Sibel Düzel’in zevkli mağazasını keşfetme şansım oldu. Burada deniz muhteşem, her tipte/fiyatta konaklama mümkün, merkezden hâlâ denize girilebiliyor, çevrede gezilecek inanılmaz yerler var, Mavi adlı güzel barı da yerli yerinde duruyor. Üstelik fiyatlar da hiç de Çeşme/Bodrum gibi can acıtmıyor; bohem gezgine hitap eden her gerekli unsur mevcut.
Mağazada kek kokuları
Düzel’in sahibi olduğu Gallery Anatolia’da kendi tasarımı porselen-seramikten her türlü mutfak eşyası ve ev dekorasyon objeleri satılıyor. Bu zarif mağazayı gezerken bir yandan da kek kokuları geliyor mutfaktan. Arkada bir de gizemli
İstanbul trafiğinde bisikletle gezebilen cengaverlerden birini buldum, sormadan edemedim
Yurt dışında bisikletle dolaşanları gördükçe bir grup “Ah, İstanbul’da da böyle dolaşabilsek” der, benim gibilerse “Aman iyi ki yoklar, kesin kazaya kurban giderlerdi” diye düşünür. Tabii, bu satırları bisiklete bilmeyi bilmeyen birinin yazdığını da en başından itiraf edeyim!
Bugün İstanbul 2010 kapsamında Çevre Haftası Bisiklet Turu yapılıyor olması beni tetikledi ve İstanbul’da bisikletle gezen birini konu etmek istedim. Küçük bir araştırmayla Sema Topaloğlu Studio’nun yöneticisi Murat Topaloğlu’nun Anadolu yakasından Tünel’deki işyerine her gün bisikletle geldiğini öğrendim. Bisikletçinin İstanbul günlüğünü diğerlerine ilham olmak adına şevkle anlatan Murat Topaloğlu’ndan dinledim.
Kendisi son iki aydır işe bisikletle gidip geliyormuş. İşlerin yoğunluğundan spora vakit ayıramadığı, sporcu formunu tekrar yakalamak istediği için başlamış. Bisikletin insanın özel, iş, gece hayatını enteresan bir biçimde disipline ettiğini söylüyor. ‘Peki, bisikletle seyahat ne olmadan geçmez’ diye soruyorum, Topaloğlu hemen ‘müzik’ diyor.
Her gün Caddebostan’dan Bağdat Caddesi-Kadıköy İskelesi
Günübirlik turist olup Kapalıçarşı’yı yeniden keşfetmeye ne dersiniz? Kerteriz noktanız, Nuruosmaniye’deki Design Zone olsun
Nuruosmaniye’de bir küçük obje ve ev aksesuarı mağazası. Kapalıçarşı’nın azametli mağazalarının yanında yer alan mekan, oldukça mütevazı boyutlarına rağmen, hem yabancı turistlerce keşfedilmiş hem de Kapalıçarşı geleneğini yurtdışında temsil etmeyi başarmış bir markaya ait: Design Zone. Sahibi Özlem Tuna, seramik eğitiminin ardından bir dönem Londra’da yaşadığını, esas ‘pişmesinin’ ise çağdaş takı tasarımında bir dönem okul işlevi görmüş Urart’ta gerçekleştiğini anlatıyor. Tuna, Urart’la birlikte Kapalıçarşı’nın mücevher ustalarıyla çalışma fırsatını yakalamış, burada bir dükkan açmanın cazibesine o dönemde kapılmış. 2003 yılında da Design Zone’u kurmuş.
Gelenekselle flört eden modern tasarımlar
Tuna, Türk kültürüne ait; laleden çiniye farklı simgeleri-malzemeleri bazen naif diyebileceğim bir çizgide yeniden tanımlayan tasarımlar yapıyor. Kırk yıllık laleyi şöyle bir çiziktirip bakır bardak altlarına, çini desenini bakır ve çelikle birleştirip şamdanlara adapte edebiliyor. Bir seramik kasenin sırrını Türk çinisine özgü çivit mavi ya da kırmızı
Dünyanın en önde gelen trapez okulunda, gökyüzünde salınmayı öğrendim. Medrano Sirki’nden teklif almam, an meselesi!
Hâlâ mı New York anıları demeyin! Dünyanın bir ucuna gidip trapezlerde salındığımı anlatmadan NY sayfasını kapatmayacağım! Başarabildiğim için burnumu Kaf Dağı’na erdiren bu atraksiyon, dünyanın önde gelen trapez okullarından biri olan New York Trapese School’da gerçekleşti. Ekipçe o gün spor giyinmemiz tavsiye edildiğinde “Herhalde Central Park’a yürüyüşe gidiyoruz” derken kendimizi bir garip binanın önünde buluverdik. İçeri girip neredeyse gökyüzüne konuşlanmış trapeze çıkayacağını anlayan ekibin dumurluğu, direkt yüzlere yansıdı, tabii! Eğitmenler, fit ve dimdik-gururlu duruşlarıyla hemen işin abc’sini anlatmaya soyundu... Da arzuladıkları motivasyonu görmeleri biraz zaman aldı.
Neyse, korkunun ecele faydası yok deyip önce yer antremanına geçtik. Dünya gerçeklerinden bihaberdar hoca “Barı tutun, ayaklarınızı havaya kaldırıp bardan geçirin” gibi ütopik talimatları verirken herkes ciddi mi diye birbirinin yüzüne bakıyordu. Ekibin atletik vücutlu, sportmen oymakbaşı Fem Güçlütürk serisini(!) tamamlayınca bu işin oluru olduğuna ikna olduk. Hocamız ısrarla yerde
Hava evde oturmak için fazla sıcak. Bir günlüğüne sayfiyeye gitmekse pek teferruatlı. Peki bu güzel günü nasıl geçirmeli? Kültür-sanat açılımı mı, sahilde yürüyüş mü? İşte ilk aklıma gelenler
-İstanbul Modern’de Murat Germen’in fotoğraflarını görmeli. Kendisi, dergici olmam sebebiyle birkaç kez çalışma lüksümün olduğu, mimarlıktan gelen bakış açısını fotoğraflarına çarpıcı biçimlerde yansıtan bir sanatçıdır. Germen fotoğrafları, görüleni birebir aktaran işler de değiller. O izleyiciye ne anlatmak isterse onun fotoğraflarını çekiyor. Özellikle 14 metrelik 'Şark Ekspresi' adlı fotoğrafını çok merak ettim. ‘Yol’ başlıklı, izleyiciyi ‘yol’un farklı anlamlarını keşfetmeye çağırdığı bu sergiyi gezer, üstüne Modern Cafe’de Sarayburnu’na karşı bir de kahve içersiniz.
-Cefasına katlanıp kilo verdiniz. Yaz için henüz formaya dönüşmemiş, fiyatları ehven kıyafetlerle boy gösterip çabalarınızın karşılığını almak, ne kadar güzelleştiğinizi göstermek istiyorsunuz. O halde Galatamoda’ya gidin. Bugün son günü. Tepebaşı’ndaki otoparkta. Adından en çok söz ettiren, dizilerde kıyafetlerini görüp bayıldığınız tasarımcıların bu etkinlik için üretilmiş, makul fiyatlı kıyafetlerinin,
Türkiye’nin uluslararası ilk lüks tasarım markası Gaia&Gino, şimdi de dünya kristal devi Swarovski ile çarpıcı bir projeye imza atıyor
Dünyanın dört bir yanından tasarımcılarla müthiş işbirlikleri gerçekleştiren, ünlü markaların ajandalarına sesiz sakin girmeyi başarmış, Türkiye’nin uluslararası ilk lüks tasarım markası Gaia&Gino’nun son projesinden bahsedeceğim bugün. Marka, son olarak dünya kristal devi Swarovski ile ortak bir çalışma yapıyor. ‘Swarovski Elements at Work’ projesi, 10 ünlü tasarımcıyı dünyanın en iyi dokuz üreticisiyle buluşturan bir çalışma ve Gaia&Gino da üç özel koleksiyonuyla bu projeye katılıyor.
Nazar sembollü Eye serisi
Ebru Gündeş’in mikrofonundan John Galliano’nun küçük siyah elbisesine ışıltı katmaya dek, muhtelif kullanımlara açık Swarovski taşlarıyla şimdi de endüstriyel tasarımda kristal kullanımına dair yeni ve şaşırtıcı yollar bulmayı amaçlamışlar. Gaia&Gino’nun bu koleksiyon için hazırladığı üç ayrı tasarım da Türk kültür mirasından izler taşıyan ürünlerden oluşuyor. Üç projenin arasında özellikle Sebastian Bergne tarafından tasarlanan nazar sembollü Eye serisi, yabancı basının dikkatini hızla çekmeyi başarmış. Seri, lanse edilir edilmez ünlü