İngiliz çağdaş sanatçı Julian Opie’nin işleri, Galerist’te sergileniyor. Sanatçının da katıldığı açılış daveti az sayıdaki şanslı davetlinin hücumuna uğradı. Benim şansım daha da yaver gitti; Opie ile başbaşa kalkan yedim!
Julian Opie, koleksiyonunu uluslararası ölçeğe taşıma kararı almış Türk koleksiyonerlerin yıllardır takip ettiği bir sanatçı. Kendisi Art Unlimited dergisi için Ayşegül Sönmez’e verdiği röportajında, "Sanat yalnız yapılan bir iştir" diyor olsa da, serginin açılış gününde ve akşam onuruna verilen yemekteki kalabalık, bahsettiği yalnızlığın eserlerin izleyicilerle buluştuğu anda bittiğinin göstergesiydi.
Sıcak ve sevimli bir aile babası
Murat Pilevneli sayesinde Julian Opie, eşi ve Eros’a tıpatıp benzeyen üç yaşındaki oğluyla bir akşam yemeğinde buluşma fırsatım oldu. ‘Julian Opie ile akşam yemeği’ başlıbaşına cazip bir fikirken bu yemeğin neredeyse başbaşa geçeceğini öğrendiğimde bir nebze gerildim de. Bu denli ünlü sanatçıların bazen gayet huysuz, egosantrik adamlar olabildiklerini tecrübe etmişliğim var. Bilakis; karşımda sıcak, sevimli bir aile babası vardı. Asıl gönüllerinden geçen, iddiasız bir yerde usulüne uygun kebap yemekmiş. Öte yandan masaya
Geçen gün okuduğum bir haber, üstüne Miami’deki müzik festivaline giden bir arkadaşımın anlattıkları, kadınların göğüsleriyle ilgili takıntılarının iyice tavana vurduğunun göstergesidir!
Miami’de vitrin modellerinin dahi göğüsleri büyütülüyormuş, sokaklarda serbestçe bikiniyle dolaşan kadınların hemen tamamının göğüsleri ‘modifiye’ imiş. Belli ki dünyanın bu yöresinde estetik operasyonlar sadece ünlülere özgü bir ‘ayrıcalık’ olmaktan çıkıp halka inmiş! Peki, bu göğüslerin vücudun intim bir bölgesi olmaktan çıkıp insanların gözüne sokuluyor olmasına ne demeli? Yapılı göğüsler iyiden iyiye bir metaya dönüşüyor, sahipleri olur olmaz yerlerde göğüslerinin ortaya dökülüp saçılmasına hiç itiraz etmiyor.
Öte yandan şişirilmiş, bir nesneye dönüşmüş bu ‘nesne’lere dair homurtular da duyulmuyor değil. Örneğin Karayip Korsanları filminin yönetmeni Rob Marshall, serinin son bölümünde kesinlikle silikon göğüslü aktrislere yer vermeyeceğini açıklamış. Benim de geçenlerde elime 70’lerin sonundan kalma bir Fırt dergisi geçti. Bu meşhur mizah dergisinin ikinci sayfasında (sayfanın adı da Yavru!) hep çıplak kadın resimleri yer alırdı. Fotoğraflara bakarken bu kadınlarda naif ve hoş bir
Bahar geldi diye midir nedir, kiminle muhabbete otursam, konu yürümeyen ilişkilere geliyor. Temelde herkes sevecek birini arıyor, ancak erkeklerin kadınlardan çok, kadınların erkeklerden daha da çok şikayeti var. Sızlanmalarını olabildiğince cinsiyetsiz bir bakış açısıyla dinlemeye çalışıyorum. Belli ki ilişkiler cephesinde değişen bir şey yok, taraflar asgari müştereklerde anlaşmadan bu dilemanın sonu gelmeyecek gibi görünüyor.
Dervişin fikriyle zikri
İlk hikaye, yüzyılın aşkını yaşama iddiası olmadan, hoşlandığı kadınla birlikte olmuş, 30’lu yaşlardaki genç adamdan geliyor. (Genç kelimesine burun kıvıranları da esefle kınıyorum!) Bir gecelik ilişkinin ardından kadınların nasıl da canavara ve hatta sosyopata dönüştüğünden şikayetçi. (Sosyopat kadınlar kavramını terminolojiye şahane yazılarıyla sokan da Perihan Mağden’dir) “Kestirmeden gitmek için yanlış sinyal vermişsindir” diyorum, kesinlikle kabul etmiyor. İnanayım mı, bilemiyorum. Vuslata ermek için olmadığı birinin taklidini yapan erkek modeline aşinayız. Ancak ‘çağdaş’ bir düzeyde başlamış her ilişkiden koca yaratmaya çalışan kadın modeline de öyle...
‘Şehirli kadın’ taklidi
Güzel hava görünce mutluluktan çıldıran insanların diyarı İstanbul... Mayıs itibariyle şehir adım atılmaz halde. Herkes sokaklara taştı, trafik berbat. Rotayı, İstanbul'un şahane sürprizleri Adalar'dan yana çevirmenin tam sırası. Bostancı'dan 15 dakikada bir kalkan motorlarla seyahat, hepi topu 20 dakika sürüyür. Motorun hıncahınçlığıyla da barışın; baharda, hafta sonunda vaziyet artık budur. Zaten denizin ortasında kalabalık dahi daha az çekilmez oluyor. Bir tek o denize taşacakmış gibi duran fayton kuyruğundan 'yırtmak' için erken motoru yakalamakta fayda var.
Yolu düşen herkesin oturttuğu bir Ada rutini var galiba. Bisiklete binmek, Aya Yorgi'ye çıkmak vs... Benim turumda önce meydandaki Dolci'de kıtır kıtır palmiye yemek var. Bu pastanenin her ikramı inanılmaz lezzetli. Sonra Splendid Hotel'in hüzünlü bahçesinde bir Türk kahvesi. Ya da Dolci'ye yakın Roma dondurmacısında karadutlu-sakızlı dondurma yemek, ardından uzun bir yürüyüş. Güzelim evlere bakıp hayallenme. Ada'nın en güzel semti Maden'deki Sinek Kafe'de gölgede dergileri karıştırma. (Sinek Kafe'nin adını bir kenara not edin. Hemen her yerin hafif küflü olduğu Ada'nın yegane çağdaş mimarili mekanı. Denize tepeden
Becerebilir miyim, tıkanır mıyım diye düşünmeyi bıraktım, ben de koşmaya başladım. Bir motivasyona ihtiyacım vardı, o da Nike’tan geldi. 2006’dan beri devam eden Nike Pazar koşularına ilk kez geçen sonbaharda katılmıştım
Baktım, oluyor! Oluyor dediysem 42 kilometre maraton koşacak kondisyonda değilim, elbet. Ama Baltalimanı’na dek koşup gelebildiğim için anında Marathon Man’deki Dustin Hoffman zannetmeye başlıyorum kendimi. Bu koşmak meselesi bir enteresan, yaşla başla alakası yok, mesela dün Nike koşusunda en yüksek performanslı koşucu tahminim 50’li yaşlarında olan bir beydi. Herkesin üzerinde bir örnek ‘Koşuyorum’ tişörtleri. Hoca bizi ısındırıyor, koşacakları, yürüyüp ve koşacakları gruplara ayırıyor. Parkta streç yaparak, beraberce sunulan ikramla kahvaltı ederek bitiyor koşu. Evde pineklemek yerine parka koşturup gelen bu karışık ve kalabalık grupla spor yapmak, iyi hissettiriyor. Altı hafta sonu sürecek Nike Koşuları’nın finali 30 Mayıs’ta. Final cümlesi filan sizi korkutmasın, bu bir yarış değil. Önemli olan katılıp açık havada grup halinde spor yapmanın motivasyon artırıcı gücünden yararlanmak. Bu koşu mevzu da bir derya, tekrar döneceğim. Şimdilik ilk
Dünyaca ünlü iki edebiyatçıyı bir araya getiren, Goethe Enstitüsü’nün 'Avrupa Edebiyatı Türkiye’de - Türkiye Edebiyatı Avrupa’da' adlı projesi. Dünya edebiyatının iki koca çınarı; Yaşar Kemal ve Günter Grass karşımda... O gün Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde; edebiyatın hayatıma kattığı nice güzelliğe, bu iki üstadı dinlemenin keyfi de ekleniyor
Hayat boyu hatırlayacağımı bildiğim bir anın peşine düştüm ve koşa koşa çok sevdiğim iki yazarı; Günter Grass ve Yaşar Kemal’i dinlemeye gittim Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne. Yenilenen mekanda sistem kusursuz işliyor. Ne de olsa bir Alman organizasyonu. Yerlerimizi alıp iki ustayı beklemeye koyuluyoruz. Dünyaca ünlü iki edebiyatçıyı bir araya getiren, Goethe Enstitüsü’nün 'Avrupa Edebiyatı Türkiye’de - Türkiye Edebiyatı Avrupa’da' adlı projesi. İki yazar, Almanya Kültür Forumu sözcüsü Osman Okkan’ın kusursuz moderatörlüğü eşliğinde hayattan, edebiyattan, tavır almaktan bahsediyorlar bizlere.
Şöyle bir bakıyorum; Günter Grass 1999 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış bir yazar. Yaşar Kemal ise gönüllerin Nobeli’nin yıllardır sahibi. Biri 83, diğeri 87 yaşındaki iki koca çınar... Edebiyatın toplumların hayatını nasıl
Zeynep Tosun’un, İngiliz cin markası Beefeater için hazırlayacağı koleksiyonun gelişimine ben de şahit oldum. Birlikte hem Londra sokak stilinin kodlarının izini sürdük, hem de şahane kokteyllerin tadına baktık
Geçtiğimiz hafta hayırlı bir vesileyle kısa bir Londra seyahati yaptım. Hayırlı, çünkü bahsedeceğim proje genç bir tasarımcımızın uluslararası şöhrete kavuşmasına yardımcı olabilir. Davetin sahibi Beefeater idi. Kendisi 1820’den beri damıtımı Londra’da yapılan bir cin markası. Orijinal ve İngiliz geleneklerine sahip çıkan bir duruşu var. Kırmızı otobüsler, kırmızı telefon kulübeleri kadar bir ‘Londra ikonu’ olma yolunda ilerliyor. Bunda logosunda yer alan, Londra Kulesi bekçisi (Beefeater) illüstrasyonunun da etkisi büyük, belli ki... Kime söylesem markayı o imajla hatırlıyor.
Marka gerçek bir Londralı olmanın altını çizecek bir de slogan geliştirmiş: ‘Forever London’. Tipik bir Londralı olarak modaya da büyük önem veriyor ve 2010 Londra Moda Haftası sponsorlarından biri aynı zamanda. Bir süredir Topshop için yaptığı koleksiyonlarıyla da tanınan İngiliz modacı Jonathan Saunders ile işbirliği içinde. Şimdi de Türkiye’yi Forever London konseptine dahil edecek bir
İstanbul 2010’la ilgili etkinlikler sürerken seyirci kalanlardan mısınız? Bu pazar şeytanın bacağını kırın ve dünyanın önde gelen mimarlarından David Chipperfield’in sırf hakkında konuşmak için geldiği Mayor Sinagogu’na yolunuzu düşürün
İstanbul 2010 Kültür Başkenti projesi, hazırlık aşamasında gündemi epey meşgul etmişti; hem seçici kurulun üyeleri, hem de projenin efsaneye dönen bütçesi, bir dönemin en ağız sulandıran dedikodu malzemelerindendi. Ve işte 2010 yılı geldi çattı, ve hatta dört ayı da geride kaldı. Lakin onca tantananın ardından gerçekleştirilen projeler, sanki bir nebze öksüz kalmış gibi. Yapılan onca etkinliğe katılım, hiç olmaması gerektiği ölçekte sanki.
Peki, İstanbul 2010 ile ilgili bu pazar şeytanın bacağını kırmaya ne dersiniz? Benim planım gidip Hasköy-Mayor Sinagogu’ndaki Molecular (İstanbul) yerleştirmesini görmek. Ünlü Amerikalı sanatçı Serge Spitzer’in bağımsız bir oluşum olan '41-29' ile gerçekleştirdiği bu projenin açılışı geçen eylülde bir açık tartışmayla yapılmıştı. Tartışmanın katılımcı listesine bir bakın hele; dünyanın en ünlü mimarlarından David Chipperfield da orada, Paris’teki nefis galeri/müze Palais de Tokyo’nun direktörü de,