Sevmek mi, dost olmak mı?

24 Şubat 2019

Son yıllarda ‘kendini sev’ temasıyla sık sık karşılaşır olduk. Pek çok kişisel gelişim kitabı bu tema üzerinden ilerledi. Aslında varoluşun önemli bir parçası olan ve fakat isminden, içeriğine yanlış yorumlanan bu kavram “Önce sen, başta sen, hep sen” mottosuyla bir tür narsisizme itti insanları. Kendini sevmekle bencillik arasındaki sınır ihlalleri yüzünden kendisinden başka kimseyi düşünmeyen bir insan modeli hâsıl oldu. Kendini Kaf dağında görme yanılsaması. Biten bir ilişkinin ardından, niye bittiğiyle ilgili dinamiklere kafa yormak yerine ‘elimi sallasam ellisi’ ucuzluğu pompalanmaya başlandı misal. Ne o, kendimizi seviyoruz. Peki, kendini sevmek bu mu? Yoksa aslolan sevmek değil dost olmak mı?

Kitapları İletişim Yayınları’ndan çıkan Wilhelm Schmid, geçen hafta raflarda yerini alan ‘Kendiyle Dost Olmak’ adlı kitabında artık içi epey boşaltılan bu kavrama açıklık getiriyor. Kendine bayılmakla kendinle dost olmak arasındaki farkı felsefi açıdan işliyor.

“Kendiyle dostlukta benlik, tıpkı başkalarıyla dostlukta olduğu gibi, idealleştirmeden kaçınır, kendi kendisinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilecek durumdadır,” diyor Schmid. Yani aslında mesele kendini bilmekle

Yazının Devamı

Schiller’e ilham veren çürük elmalar

17 Şubat 2019

Yazarların birbirinden farklı yazma ritüelleri vardır. Kimi yazarken çubuk kraker yer, kimi tırnaklarını; kimi uzun yürüyüşler yapıp önce kafasında yazar sonra kâğıda döker. Bazısı yazmak için kapanır, bazısı kafelerde yazmayı sever. Liste uzun. Bunlardan çok daha ilginçlerini anlatan, Celia Blue Johnson’ın yazdığı şahane bir kitap çıktı Hep Kitap’tan: “Sıradışı Yazarlar/Joyce’tan Dickens’a Büyük Yazarların Takıntıları ve Tuhaf Alışkanlıkları”. Bir solukta okudum. Eğlenerek, şaşırarak, bazılarına inanamayarak.

Friedrich Schiller, çalışma masasının çekmecesinde elma bulundururmuş. Yemek için değil yalnız. Çürümeye bırakırmış. Zira çürük elma kokusu kendisine yazma ilhamı veriyormuş. Yazmak için gece olmasını beklermiş. Sabaha kadar yazarmış, uykusu gelmesin diye de ayaklarını soğuk su dolu bir leğene sokarmış.

Balzac, akşam 10’da yatıp gece 2’de uyanır, öğleden sonra geç saatlere kadar yazar, gün boyu kızarmış ekmek yer, elli fincan kadar da kahve tüketirmiş.

Alexander Dumas’nın renkli dosya kâğıdı tutkusu varmış. Şiirlerini sarı renkli kâğıda, makalelerini pembe kâğıtlara, romanlarını ise maviye yazarmış. İnanılmaz derecede hızlı çalışırmış. “Maison Rouge Şövalyesi” adlı romanının

Yazının Devamı

‘Özgürsünüz, gücünüzü bilin’

10 Şubat 2019

Yirmi beş sene önce Milliyet binasının kapısından girip, dördüncü kattaki dergi grubunda, Duygu Asena’nın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Kim ve Negatif dergilerinde yarı zamanlı gazeteciliğe başladım. Sabahları lisede matematik dersleri veriyor, öğlen 13.00 servisiyle Bağcılar’daki Milliyet’e gidiyordum. Henüz 20’lerimin çok başındayım. Eve giriş çıkış saatlerim belli. Öyle arkadaşlarla geç vakte kadar dışarıda eğlenmeler filan yok. Zira bunlar babamın o meşhur “kitabında” yok. Sert, eğilmez bükülmez bir baba, prensipleri dağ gibi. Delmek imkânsız.

Her akşam 18.00 servisiyle eve dönüyorum. Bir akşam, genel yayın yönetmeni yardımcısı Serpil Gülgun’un yanına gittim, “Çıkabilir miyim?” dedim. “Bitti mi işin?” dedi. “Hayır”. “E, nereye o zaman? İşini bitir, 20.00 servisiyle çıkarsın”. Mümkün değil biz o saatte yemek masasında oluyoruz. Annem, babam, beş kız kardeş tam kadro. Aksi düşünülemez bile. Babam çok kızar. “Aman” dedi Serpil “Babam kızar ne demek? Duygu Hanım bunu duymasın, asıl o çok kızar”. Hâlâ ara ara anarız Serpil’le benim o çocuk tavrımı, onun hayatımı değiştiren uyarısını.

Durum ortada. Ya babam kızacak ya Duygu Hanım. İlk özgürlük mücadelemi o akşam verdim. Annemi

Yazının Devamı

Aşkın ölümden sonraki sağlaması

3 Şubat 2019

"Aşkın ölüm den güçlü olduğunu bilmez misin?" Böyle sorar halası Platonida İvanovna’ya, Moskova’daki Şabalovka Caddesi’nde küçük ahşap bir evde yaşayan 25 yaşındaki Yakov Aratov isimli genç. Kendisi, Turgenyev’in geçtiğimiz hafta yeni baskısı Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Klara Miliç” adlı romanının başkahramanı. Kitap dilimize ilk kez 1943’te çevrilmiş.

“Klara Miliç”, kimi kaynaklara göre Turgenyev’in son romanlarından biri, kitabı Rusçadan büyük bir maharetle Türkçeye çeviren Ceren Durukan Akyüz’e göre de son romanı. Kitap 1882 yılında yazılmış. Kitabı yazdığında 64 yaşındaymış yazar. Varoluş yolculuğunun en kıymetli demleri. Turgenyev, bu romanda diğer kitaplarındaki toplumsal meselelerden uzak duruyor. Bu kez odağında ölüm var ki bir yıl sonra da ölüyor zaten. Mutluluk var, aşk sonra. Acı. O kıymetli demlerde birikmiş anlaşılması zor sırlar. İnsana, hayata dair. Aslında en çok da aşka...

Klasik bir aşk hikâyesi değil “Klara Miliç”. Yakov, kitaplarıyla yaşayan, içine kapalı, asosyal bir genç. Arkadaşı Kupfer’in ısrarlarıyla bir gün evden çıkıp, sanatçıları himaye eden Gürcü Prenses’in davetine katılıyor. Ama ilk fırsatta davetten firar ediyor. Kupfer ne yapıp

Yazının Devamı

Koca bir işlem hatası

27 Ocak 2019

Gazetedeki odamın ortasında genişçe bir sehpa var. Her gün gelen kitapların irili ufaklı kuleler oluşturduğu. Milliyet Kitap’ta tanıtılacakların yazarlara gönderilip kalanların köy okullarına gittiği... Ocak ayı girdiğinden bu yana kuleler Sabahattin Ali’ye kesti. Yeni yılın ilk günü itibarıyla kitaplarının telif hakkı kalkan Sabahattin Ali yayınevlerinin üçerli beşerli bastığı yazarların başında geliyor artık. Çoğu aceleye getirilmiş çirkin kapaklar, çok azı üzerinde en azından son bir yıldır çalışılan özenli baskılar. 5 ile 12 lira arasında değişen kitap fiyatları.

Olan biteni hayretle izliyor, tartışmaları okuyorum bir süredir. “Ne var canım, kitapların teliflerini kızı Filiz Ali ve ailesi yeterince yedi” şeklinde kanımı donduran sözlere bile rastladım. Nasıl sert, nasıl hoyrat olunabiliyor bu kadar, hâlâ anlamış değilim. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ortada. Yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra koruma süresi kalkıyor ve eserler kamuya mal oluyor. Yayınevleri artık izin almak zorunda kalmadan, telif ödemeden basabiliyor kitapları. Elbette bu bir tek Sabahattin Ali’ye uygulanan bir madde değil. Bazı ülkelerde 25 yıl olan bu rakamı tartışmaya açacak da değilim. Ama

Yazının Devamı

Aldırma gönül dedirten kent

20 Ocak 2019

Bu hafta başı, Milliyet yazarları olarak, sokakları denize açılan şehirlerin en özellerinden biri olan Mersin’deydik. İlk günün ilk yarısı, günlük güneşlik bir havada Tarsus’ta başladı. Yaklaşık on beş metre yükseklikte kayalardan dökülen suyun oluşturduğu Tarsus Şelalesi ilk duraktı. Sadece bakarak bile insanın içini yıkayan, ferahlatan tarifsiz bir güzellik. Doğanın içindeki sanatın en göz alıcı örneklerinden biri. Şelaleden yürüme mesafesi 250 yıllık konakta tarzıhususi/Tarsusi denen fincanlarla gelen kahve. Bu fincanlar, porselenden yapılmış ince belli bardaklar aslında. Üzerlerindeki rengârenk desenlere dalıp gidiyorsunuz.

Sırada St. Paul Kilisesi var. Tarsus, inanç turizmi açısından kilit bir noktada duruyor. St. Paul Kilisesi dünyanın en önemli iki kilisesinden biri. MS 11.-12. yüzyıllar arasında inşa edilmiş. UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi‘nde bulunan kilise Çarşıbaşı semtinde. Tavanında Hz. İsa, dört İncil yazarı ve melek freskleri dikkat çekiyor. Kudüs’e giden hacı adayları önce bu kilisede hacı oluyorlar. Kilisenin rahipleri Vatikan tarafından görevlendiriliyor.

İslam dünyası için de önemli bir merkez Tarsus. İslam dininde, Medine’de ilk ezanı okuyan Bilal-i Habeş’in

Yazının Devamı

‘Yetmişinde bile zeytin dikeceksin’

13 Ocak 2019

'Ölmeden önce görmeniz gereken 100 yer', ‘Ölmeden önce izlemeniz gereken 73 film’, ‘Ölmeden önce yapmanız gereken 45 şey’ tarzı kitapları oldum olası sevmem. Can sıkıcı bir telaş duygusu yaratıyor. Biliyorum zaten ölmeden önce okumak istediğim bütün kitapları bitiremeyeceğimi, filmleri izleyemeyeceğimi, ülkeleri, şehirleri gezemeyeceğimi, yapmak istediğim her şeyi yapamayacağımı. Bunları toplu halde görmek, sonuçta yine yetişememek paniğini tetikler bende. Uzak dururum. Biliyorum ki amaç bir seçki oluşturmak. Okura iyi filmleri, müzikleri kitap halinde sunmak, hayatın farklı tatlarını keşfetmesini sağlamak. “Ölmeden önce” ibaresi bir satış tekniği. Gayet iyi iş gördüğü de kesin. Hatta ölümün kesinliğini vurgulaması açısından önemli aslına bakarsanız. Hiç ölmeyecek gibi kıra döke yaşayanlar için ölümle yüzleşme sağlıyorsa bu da az buz bir şey değil.

Ama yine de bana ölümün varlığının kabulü içinde hazırlanmış yaşamı kutsayan kitaplar daha iyi geliyor. Aman da ölüm var, hadi şunları okuyayım, dinleyeyim, izleyeyim, göreyim, yapayım koşturmacası değil. Ayrıca, kime ve neye göre? Bugün, hayattayken ve evet ölüm de varken, her an yapabileceklerim ne? Beni mutlu edecek?

Böyle düşünenler

Yazının Devamı

Hayatın ziyafetini kaçırmamak için

30 Aralık 2018

1843 yılında yayımlanır, Charles Dickens’ın ‘Christmas Carol’ adlı kitabı. Borçlarını ödemek için kaleme aldığı bu kitabın neredeyse 200 yıl boyunca en güzel Noel hikâyelerinden biri kabul edileceğini büyük olasılıkla tahmin etmemiştir Dickens. Filminin, müzikalinin, operasının çıkacağını. Hatta 2000’li yıllarda yapılan bir ankette en sevilen karakterinin bu kitaptaki kötü kalpli Ebenezer Scrooge olacağını.

En son 2009 yılında Robert Zemeckis sinemaya uyarladı hikâyeyi. Kitap ise ‘Bir Noel Şarkısı’, ‘Yeni Yıl Şarkısı’ adlarıyla çeşitli yayınevleri tarafından basıldı Türkiye’de. Yeni yıla bir gün kalmışken ‘Christmas Carol’ı anmak, paylaşmak istedim. Her yıl olduğu gibi filmi bir kez daha izledim, kitabın sayfalarını karıştırdım.

Kahramanımız Ebenezer Scrooge kötü yaşlanmış, kalbi fesat, evlat olsa sevilmez türden biri. Cimrilik onda, huysuzluk onda. Üstelik hayli de zengin. Ama işte mum ışığına ayıracağı bütçeyi bile hesaplıyor. Karanlıkta oturmayı tercih ediyor. Çünkü karanlık bedava. 19. yüzyıl Londra’sında bir Noel vaktinde geçiyor hikâye. Herkes, özellikle çocuklar yeni bir yılı karşılamanın sevinci içinde. Işıl ışıl sokaklar. Sevinç, mutluluk, hayat... Ama hikâyenin diğer

Yazının Devamı