Mıh gibi aklımda tutarım Leylâ Erbil’in “Yaralı doğar bütün insanlar; anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce” cümlesini. Özellikle birine kızdığımda, kırıldığımda hatırlarım. Hangi yaranın sonucudur, dilinden akan baldıran zehri diye düşünürüm. Nasıl bir hikâyenin içinde açılmıştır o yara? Anlaşılmamış hikâyeleri insanları acılaştırır mı? Yeterince sevilmemiş olmak, bir hikâyenin seyrini değiştirir mi? Düşünür dururum.
Galiba hikâyesini anlamadan, bir insanı anlamak da mümkün değil. O kadar çok yara ve o kadar çok insan hikâyesi var ki... Onları öğrenmenin en iyi yollarından biri de edebiyat kuşkusuz. İşte tam da bu noktada tavsiye edilebilecek, son dönemlerin en iyi kitaplarından biri Şermin Yaşar imzasıyla Doğan Kitap’tan çıktı geçtiğimiz günlerde: ‘Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu’. Leylâ Hanım’ın ‘yaralı’ tabir ettiği insanlar, tadı damakta kalan bir üslupta arzı endam ediyorlar Yaşar’ın kitabında. Toplam on dokuz öykü. On dokuz insan hikâyesi.
Cenazede yakalara takılan fotoğraflardan koleksiyon yapan bir adam. Yüklükte ölmüş kocasının protez kolunu bulunca mutluluktan uçan Ferhunde Hala. Annesine hayattaki en büyük travmasını hatırlatan ismini, ceza gibi taşıyan Nurşen.
Kelimeleriyle Türkçenin gerdanına değerli taşlardan mücevherler takan yazarlar vardır. O dil ki zaten su gibidir güzelliği, yazarın kalemiyle iyiden iyiye güzelleşir. Okumaya doyamazsınız. Bitmesin diye sayfaları günlere bölersiniz. Ama aklınız kitapta kalır. Tasarımlarını nerede görseniz tanıyacağınız bir tasarımcı gibi, onun yazdıklarını da imzası olmasa bile ayırt edersiniz diğerlerinden. Türkçenin kuyum ustalarıdır. Aslında onlar Türkçenin ta kendisidir.
Selim İleri de o ustalardan biri. Bu yıl İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı olan İleri, Everest Yayınları’ndan geçen hafta çıkan ‘Beklenen Sevgili’ ve ‘Kumkuma’ adlı kitaplarıyla 50 yıldır gözünden sakındığı Türkçeye iki kıymetli hediye daha sundu. Elbette biz okurlarına da.
“Beklenen Sevgili” ile geçti bu haftam. İleri, bu romanda bir gözü mazide, bir gözü gelecekte olan bir musahhihin hikâyesini anlatıyor. Roman, musahhihin Şefkati’ye yazdığı mektuplardan oluşuyor. Şefkati kıymetli kardeşi, can yoldaşı, hemderdi, biraderi canberaberi, cancağazı... Aslında roman boyunca “Kim bu Şefkati?” sorusunu sorduğumuz, romanın ortalarına geldiğimizde, esaslı bir şekilde silkelenerek kim olduğunu sezdiğimiz ama romanın sonuna kadar da
İnsanın içinde biriken olumsuz duygulara çeşitli mekanizmalarla boşalım sağlandığını söyler ve ekler Prof. Dr. Engin Geçtan: “Bu mekanizmalardan biri de kızgınlık duygularının insanın kendi üzerine çevrilmesidir ki bunun sonucu yaşanan duruma depresyon denir”. Geçtan’ın sözünü ettiği durum; derin bir keder duygusu, kopkoyu bir karamsarlık. Bitmek bilmeyen bir iç sıkıntısı. Renkleri solmuş bir hayat. Haz duygusunun yitimi. Hani dünya yıkılmış da altında kalmışız hissi. Her şeyin zor gelişi, yemek yemekten, yataktan çıkmaya varıncaya dek. Bir de kaygı sorunu var. Korkuyu taklit eden. Onu da şöyle tanımlar Geçtan: “Korku herkes tarafından tehlikeli kabul edilen bir duruma karşı yaşandığı halde, kaygı kişinin kendisinin ürettiği bir duygudur ve bu duyguya neden olarak gösterilen durum çoğu insana saçma görünür”. Dönüp dönüp baştan yazılan felaket senaryoları. Hep diken üstünde, huzursuz olma hali. Depresyonla kaygının yolu da çoğu zaman kesişir. Yine Geçtan’a göre, “Kaygılı kişiler, yaşadıkları günlük sorunlar karşısında kendilerini yetersiz bulur, kolayca depresyona girerler.”
Anlatması, anlaşılması, kabullenmesi zor, hayattan zahmetler... Tedavisi var neyse ki. Psikoterapi,
Yusuf, içine kapalı, naif; sertlik ve hoyratlıklara karşı kendisine damda beslediği güvercinlerle duvar örmüş genç bir adam. Babasından yadigâr güvercinlerini eğitiyor, açık artırmalarda satıyor, düğünlerde gelinle damadın eline tutuşturuyor. Onlarla geçen görece mutlu bir hayatı var. İçlerinden biri, Maverdi adını verdiği dişi güvercin, en yakın arkadaşı. Onunla dertleşiyor, onu anlamaya çalışıyor, çok da seviyor güvercin kızını. Ve diğerlerini de. Hayat, onların kanadında.
Adana’nın varoşlarından birinde, gri ve soğuk bir mahallede abisi ve ablasıyla birlikte yaşıyor Yusuf. Evdekilerle ilişkisi yemekten yemeğe, yok denecek kadar az. Çevreyle kurduğu ilişki de sınırlı. Herkese biraz uzak. Sanki bu uzaklık, kırılmamak için aldığı bir önlem. Güvercinlerinin yanında ne kadar sıcak ve sevgi doluysa, insanların arasında bir o kadar soğuk ve mesafeli. Küçük yaşta kaybettiği anne ve babanın yokluğundan belki. Ablası neyse de yeni baba modeli olan abisinden sevgi gördüğü yok. Abi, Yusuf’un geleneksel erkek rollerinden birini giyip bir an evvel hayata karışmasını, elinin ekmek tutmasını istiyor. Bu yönde kurduğu baskı sonucunda Yusuf işe giriyor. Güvercinleriyle kurduğu incelikli dünyadan,
"Yaklaşık son iki yıldır evden dışarı çıkamıyorum, yine de yazmadan duramıyorum. Yazmak, su içer gibi içimden geliyor hep" demişti Adalet Ağaoğlu, geçtiğimiz nisan ayında yaptığımız söyleşide. Son dönemlerde art arda üç defa düşüp uzunca zaman yatakta kaldığını ve bu durumun içinde bir düşme korkusu yarattığını... Bir gün sevgili eşi Halim Bey’e, “Düşmekten korkuyorum Halim, yoksa yürürüm ben” dediğini... Halim Bey’in “Ne güzel bir kitap olur düşme korkusu” diyerek onu motive ettiğini. Bunun ardından oturup düşmeye dair korkuları içeren altı öykü yazdığını...
İşte o öyküler “Düşme Korkusu” adıyla Everest Yayınları’ndan çıktı bu hafta. Kitapta altı öykü yer alıyor. ‘Düşme’ ekseni etrafında yazılmış. Öykülerde belirgin olan fiziksel olarak düşme ama Ağaoğlu her bir öyküde düşmenin manevi boyutlarına da vurgu yapıyor. Ne çok düşmek var aslında. Gözden düşmek, gönülden düşmek, elden ayaktan düşmek, sokağa düşmek... Her birinin acısı başka. Kemik ağrısıyla yarışan kalp ağrılarına uzanan. Hayattan koparan. Yalnızlaştıran. Düşmek fiilini, içinden “Düşmez kalkmaz bir Allah”, “Düşenin dostu olmazmış”, “Kendi düşen ağlamaz” gibi sözler geçirip toplumdaki algısı üzerinden işliyor Ağaoğlu.
60’la
La diva Turca Leyla Gencer’in külleri Boğaz’ın sularına karışalı 10 koca yıl geçti. Ölümünün 10’uncu yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Prof. Yekta Kara’nın küratörlüğünü yaptığı ‘Leyla Gencer: Primadonna ve Yalnızlık’ adlı sergiyle Gencer’i anıyor. Serginin açılışı bu hafta Borusan Müzik Evi’nde yapıldı.
Sanatçının üretim aşamasının başrolünde yalnızlığı vardır. Uzun saatler kendisiyle kaldığı, sessizliğin arkadaşlığında bir yalnızlık... Ki zordur aslında. Hayat akıp giderken, insanlar o akışta yaşamaya devam ederken bir odaya kapanmak. Bazen günlerce kimseyi görmemek, kimseyle konuşmamak bazen yemek yemeyi bile unutmak. Her şeyden önce ciddi bir adanmışlık gerektirir. Yapılan işe duyulan sevgiyle ve saygıyla tarif edilen. Bütün o ortaya çıkan eserlerin, pırıltılı başarıların, alkışların, ödüllerin, dünyaca tanınmış olmaların ardında o adanmışlık ve onun beraberinde getirdiği yalnızlık yatar bir başına.
Leyla Gencer’in 20’nci yüzyılın en önemli opera sanatçılarından biri olmasını sağlayan, üstün yeteneği kadar, onu hayata geçirme sürecinde yaşadığı yalnızlıktı kuşkusuz. O yalnızlıktan beslendi tekniği, kendine has muazzam yorumu, göz kamaştıran oyunculuğu. İşte bu doğurgan
Bazı kadınlar vardır, hayatı kana kana su içer gibi yaşarlar. Yaz kış demeden soğuk, buz gibi sulardır içtikleri. Herkesten biraz daha fazla yanmıştır içleri, fazla anlamaktan sebep. Kırık not almışlıkları vardır ama hayat bilgisi dersinden geçmiştirler hep. Maharetli kelime terzileridir. Biçtikleri kumaş seçtikleri duyguya tam oturur. Cesur, gözü pek kadınlardır onlar. En büyük bağımlılıkları özgürlüğe olan düşkünlükleridir. Bulaşık yıkarken misal, eser bazen, elleri köpük köpük atıp kendilerini dışarı saatlerce yürüyebilir, akşamdan kapatıp kendini bir kitaba sabaha kadar durabilirler. İçtikleri su gibi aziz kadınlardır onlar. Bilgedirler. Kahkahaları da gözyaşları da en hakikisindendir. Kendileri de...
‘O kadın’lardan biridir Nazan Öncel. Şarkılarındaki aritmetiğin ve duygunun sağlamasıyla da ortaya çıkabileceği gibi. Bunu, geçtiğimiz ayın sonunda DMC etiketiyle çıkan ‘Ve Nazan Öncel Şarkıları’ albümünü dinlediğimde bir kez daha fark ettim. 14 sanatçı 14 Nazan Öncel şarkısını seslendiriyor albümde. Öyle imza şarkılar ki bunlar, her kim söylerse söylesin, o kadın gelip oturuveriyor yanı başınıza, dikiyor gözlerini gözlerinize...
Birine gitme demenin en zarif şarkılarından biri
Maksim Gor- ki’nin, Tolstoy’un ağır hastalığı sırasında onunla ettiği sohbetleri aktardığı ‘Tolstoy’dan Anılar’ Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Anlatan Gorki, anlatılan Tolstoy olunca, tarifsiz bir edebiyat lezzeti kaçınılmaz... Keskin bir gözlem gücü, yer yer psikolojik tahliller kullanıp Tolstoy’u yüceltmeye kalkmadan olduğu gibi tarif eden Gorki, ünlü yazarla ilgili bilmediğimiz ayrıntılara da yer veriyor kitabında. Tolstoy’un hastalığa bakışını “Lev Tolstoy olarak, bir salgın mikrobu karşısında eğilmeyi onuruna yediremiyor” sözüyle açıklıyor ve şöyle devam ediyor: “Hastalık daha da kuruttu onu, ondan bir şeyi yaktı tüketti. İçin için daha ışıklı, daha seçik, her şeyden elini eteğini çekmiş görünüyor. Gözleri daha keskin, bakışları işleyici. Can kulağıyla dinliyor, unutmuş olduğu bir şeyi anımsıyor sanki, ya da yepyeni bilinmeyen bir şey bekliyor.”
‘Savaş ve Barış’, ‘Anna Karenina’, ‘Kroyçer Sonat’ ve diğerleri... Bütün o ölümsüz kitapları yazan elleri, Rusya’nın olduğu kadar, dünyanın da en büyük yazarları arasında yer alan Tolstoy’un... Nasıldı acaba? “Elleri olağanüstü” diyor Gorki: “Güzel değil, şişkin damarlarla düğüm düğüm, ama eşsiz bir anlamla, yaratma gücüyle dolu.