Genç olmak zor. Ergenlik ayrı bir sıkıntı. Sınavlarla geçen ortaokul lise yılları ayrı... Üniversitede hafif bir soluklanma... Ama en zoru da mezuniyet sonrası. Elinde bir diploma, hiç bitmeyecekmiş gibi duran ve neresinden başlayacağını bilmediğin bir hayat. İyi bir eğitim alıp, rol modeli olanlar, arkasında aileleri bulunanlar için nispeten daha kolay belki. Yine de zorlu bir süreç. Taşradaki genç için çok daha zorlu. Bunun sinemada son dönemde gördüğüm en iyi örneğine Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde yarışan, halen gösterimde olan son filmi ‘Ahlat Ağacı’nda rastladım. Filmdeki genç karakterin yaşadıklarını izlerken...
Adı Sinan. Öğretmen okulundan mezun olur olmaz Çanakkale’nin Çan ilçesindeki baba evine dönüyor. O da babası gibi öğretmenliği seçmiş ama asıl hayali, üniversite yıllarında yazıp bitirdiği ‘Ahlat Ağacı’ adlı kitabını yayımlatmak. Yazar olmak. Belki cesareti olmadığından, belki ulaşabileceğine ihtimal vermediğinden, herhangi bir yayınevine başvuruda bulunmuyor. İlk belediyenin kapısını çalıyor. Başkan kitabı bastıracak bir bütçelerinin olmadığını söyleyip onu kasabanın zengin inşaatçılarından birine yönlendiriyor. Kitabını uzun uzun anlatıyor. Ama
R’leri söyleye-meyen Özdemir Asaf için Can Yücel, şairin ölümünün ardından yazdığı ‘Cenaze Dönüşü’ adlı şiirinde şöyle der: “Anlaşıldı bu/R’lerin intikamı/Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.”
Bir gün Cağaloğlu’ndaki Molla Fenari Sokak’ta bulunan matbaasının önünden Karaköy’e gitmek üzere taksiye biner Asaf. Tesadüf bu ya, şoför de r’leri söyleyemiyordur onun gibi. “Neğeye biğadeğ?” diye sorar şaire. Şimdi “Kağaköy’e” dese, şoför kendisiyle dalga geçtiğini düşünür mü? Bu endişeyle, “Eminönü” diye cevap verir. Eminönü’nde inip Karaköy’e kadar yürür.
Bir nezaket, zarafet hikâyesi anlatmak istediğimde hep bu anekdot gelir aklıma. İnsanların giderek hoyratlaştığı, karşısındakileri eze eze ilerleyip kendine yol açmaya çalıştığı, kalp kırmaktan imtina etmediği zamanlardan geçerken de sık sık anarım Asaf’ı.
11 Haziran 1923 doğumlu Özdemir Asaf. Bazı isimler ölmez. O da bu hafta 95 yaşına girdi. Türkçenin kendine has şairlerindendi. Hiçbir edebi akımın içinde yer almadı. Tek kişilik akımının uçsuz bucaksızlığında birbirinden güzel şiirlerle onurlu bir yaşam sürdü Asaf. Nazikti, kibardı, zarifti. İlk eşi Sabahat Selma Tezakın da bunu doğruluyor: “Şiirler yazıyor, çeviriler yapıyordu. Son derece kibar,
Hayatın anlamını sorgularken uğradığım kitap duraklarının en görkemlilerinden biri de hiç kuşkusuz Tolstoy’un ‘İvan İlyiç’in Ölümü’ydü. Roman, yüksek rütbeli bir yargıç olan İvan İlyiç’in ölüm döşeğinde hayatıyla yüzleşmesini, hesaplaşmasını anlatır. O güne dek iyi bir hayat yaşadığını düşünmüştür ama ölüm yolculuğuna çıkarken kendine yaptığı itiraflar, bunun aksini ifade eder. Aslında boşa geçmiş bir ömürdür onunkisi. Bütün ömrünü adadığı, şan, şöhret, mevki, para, pul ile inşa ettiği kâğıttan kule yerle bir olur giderayak. İnsanın varoluş sürecinde ona rehberlik edecek en kuvvetli karakterlerden biridir İvan İlyiç.
Bu hafta yanına bir başka karakteri daha ekledim. Can Yayınları’ndan çıkan Stefan Zweig öyküsü ‘Bir Kalbin Çöküşü’nün kahramanı özel ticaret müşaviri Salomonsohn! Psikanalize sağladığı malzemeyle Freud’un da ilgisini çeken bu çok etkileyici karakter, İvan İlyiç’in edebi akrabalarından biri hatta ruh ikizi... Tıpkı o da İvan gibi hayatının son günlerinde ağrılı bir hesaplaşmaya girişiyor. Öykü “Bir kalbi temelinden sarsmak için kader her zaman sillesini vurmaya, sertçe müdahale gücüne gerek duymaz; aksine sudan sebeplerden yıkım ürütmek onun zapt edilemez yaratma
İstanbul Modern, 2004 yılında 4 numaralı Gümrük Antreposu’nda açıldığında büyük heyecan duymuştuk. Zira açılan, Türkiye’nin ilk modern sanat müzesiydi. Aradan geçen 14 yılda heyecanımızı boşa çıkarmadı. Sürekli sergi salonunda altı koleksiyon sergisi düzenledi. Süreli sergi alanında 53 sergi gezdik. Fotoğraf Galerisi, Türkiye’den ve dünyadan ünlü fotoğraf sanatçılarına ait 35 fotoğraf sergisine imza attı. 13 video sergisi ve 17 yurt dışı sergi de cabasıydı. Sadece bir sergi mekânı olmadı İstanbul Modern, aynı zamanda bir sanat eğitim kurumu olarak da birbirinden başarılı projeler gerçekleştirdi. Yüz binlerce çocuk ve genç faydalandı bu projelerden. Hiç şüphe yok ki Türkiye’de müze ziyareti alışkanlığının gelişmesine büyük katkı sağladı. İstanbul’a gelen turistlerin gezi programlarında yer aldı. Her geçen gün dünyadaki bilinirliği arttı.
Müze, bu hafta, Karaköy’deki yeni binası tamamlanana dek ikamet edeceği Asmalımescit Mahallesi, Meşrutiyet Caddesi’ndeki eski Union Française binasındaki açılışını yaptı. Geçtiğimiz pazartesi günü açılışa gitmek için gazeteden çıktığımda saat 17.30’du. Beş dakika sonra Dolapdere’deydim. Ondan sonrası da Odakule’ye bir beş dakika ya sürer ya sürmez.
Gülten Akın “Ah kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizelerinin yer aldığı “Kırmızı Karanfil” kitabını çıkardığında yıl 1971’di. Aradan
47 yıl geçti. Bugün hâlâ ve yazık ki çok daha büyük oranda bir ince şeyleri anlama vakitsizliği var. Sevmek de bunlardan biri... Eprimiş bir kelime olma yolunda hızla ilerliyor. İçi giderek boşalıyor. İş, güç, Instagram, Twitter, sosyal medya derken gerçekten de ‘sevgi’ üzerine düşünecek vakti yok kimselerin. Cümle içinde gelişigüzel kullanımlarla var olmaya devam ediyor. Ama düşük cümleler bunlar. Zira çoğunun içinde hoyratlık var, bencillik var, kişisel ihtiyaçlar var. Sevgiyle yan yana duramayacak kavramlar.
Bir asri zamanlar dramı mıdır yoksa ben mi yaşlanıyorum bilmiyorum ama ağır da bir sevgisizlik seziyorum insanlarda. Herkesin önceliği sevilmek... Vermeden almak. Yıka döke... Epeydir bu konuyu düşünüp duruyorum. Hal böyle olunca bir kez daha Erich Fromm’un “Sevme Sanatı”nı okuma ihtiyacı duydum.
“Sevme Sanatı”nda ısrarla “Sevgi vermektir, almak değildir” diyor Fromm. Ve şöyle devam ediyor: “Kişi, başka birisine ne verir? Kendisinden verir; kendisinde bulunan en değerli şeyden, yaşamından verir. Bu, o kimsenin yaşamını öbür
Kendimi bildim bileli hep mesafeli bir ilişkim oldu kedilerle. Uzaktan sevdim. Uzaktan sevmek mümkünmüş gibi… Büyüyünce anne olacağım hayalleri kuran bir çocuk olmadım ben. İlk gençlikte bir ara özendim ama o da geçti. Bir canlının, çocuk ya da kedi, bakımını üstlenme fikri hep zor geldi bana, yoğun çalışma hayatının etkisiyle. Geçtiğimiz yıl, bir arkadaşımın kedisi ile tanışana dek. Aslında aramızda bir ilişki kurulsun diye hiçbir çaba sarf etmedim. Ama o ne zaman beni görse, ufak ufak sokuldu. Üzgün olduğum bir gün kolumu yalayarak beni teselli ettiğinde böylesi bir şefkati daha önce hiç yaşamadığımı fark ettim. Bir süre sonra arkadaşımı nasıl özlüyorsam kedisini de öyle özlemeye başladım. Acaba bana mı versen filan gibi imalarda bulundum ama derhal püskürtüldüm. Annesinden çocuğu istenir mi hiç? Cehalet işte. Baktım olmuyor, kedi edinme fikrini dolaştırmaya başladım kafamda. Kedi sahibi arkadaşlarımla konuştum, kitaplar okudum… İç hazırlığını yapmadan, böyle büyük kararlar alan biri olmadığımdan epey bir mesai harcadım. “Sahip olmak” duygusundan ziyade, “yol arkadaşı /anne” olma duygusu ağır ağır gelişti içimde. İnternet üzerinden kedi edindiren sitelerde günlerce gezdikten
Uzun yıllar önce dünya müzelerini ziyaretlerimde en sevdiğim manzaralardan biri, bir salonda yere oturmuş, elinde resim defterleri, karşısında gördüğü resmi çizmeye çalışan çocuklar olurdu... Büyülenmiş gibi bakarlardı tabloya, benzetmek için epey uğraşırlar, arada göz ucuyla arkadaşlarının çalışmasını kontrol ederlerdi. Bu arada rehber öğretmenleri tablo hakkında onların anlayacağı şekilde bilgiler verirdi. Çocuk masumiyetinden süzülmüş doğal gazetecilikleriyle, merak ettiklerini sorarlardı. Benim çocukluğumda böyle çalışmalar yoktu öğrenciler için. Müze ziyaretleri yapılırdı elbet ama uygulamalı ziyaret söz konusu değildi. Mesleğe başladığım yıllarda da durum farklı değildi. Ama yıllar içinde hem müzelerin sayıları arttı hem çocukların müzeyle kurdukları ilişkiler gelişti. O imrendiğim görüntüleri Türkiye müzelerinde de görmeye başladım. Bugün müzelerin çocuklar için özel olarak hazırladığı atölye çalışmaları da mevcut. İlle de okulla gidilmesi gerekmiyor, aileler de çocuklarıyla müzelerdeki sergilere paralel düzenlenen atölyelere katılabiliyor. “Müzelik” gibi, eski, köhne şeyleri tarif etmek için kullanılan bir sıfata sahip bir ülkede, çocukların müzeleri, çocuk yaşta bu
Geçtiğimiz hafta Psikolog Mine Özgüzel’in ‘kendi hikâyemize dönüş yolunu bulmak için’ verdiği ‘Ayıptan Özgürlüğe’ adlı seminere katıldım. 12 yaşında annesiyle yaşadığı bir hikâyeyle başladı Özgüzel. Annesinin, arkadaşlarının geldiği bir gün ona “Ayıp şeyler konuşuluyor burada Mine, odana git” dediğini, görkemli duruşuyla verdiği direktifin kendisini kilitlediğini anlattı: “Ne hissettiğimi bilmiyordu. Kadın olmanın, anne olmanın, yetişkin olmanın hakkını yaşıyordu arkadaşlarıyla. O hakkın karşılarındaki çocuğun kendi olma hakkını yok ettiğinin farkında değildi.”
Odasına gitme gerekliliği çocuk aklıyla şöyle bir duyguya neden olur: “Sen anlayamazsın, sen yetersizsin”. Ve bunu gerçek kabul eder. Yıllarca sessiz kalır, neyi konuşacak neyi anlatacaktır ki, o anlayamaz ki... Oysa gerçek başkadır, elbette anlayabilir, elbette yeterlidir. Ne var ki çocuk varoluşunun önü kapatıldığından, durum doğru izah edilemediğinden yanlış bir bilgiyi gerçek sayar. Kitaplara sığınır Özgüzel. Dostoyevski’yle başlayan ve varoluşçu yazarlarla süren okumaları, duygularını algılardan idraklere dönüştürerek değişimine, varoluşunun zeminini oluşturmasına kaynaklık eder.
Yolu Sartre’a düşer elbet: “Her insan