İnsan bir sır yumağı... Kimse ne tam siyah ne de beyaz. Tekinsiz bir grilik hali. Bu grinin içinde neler yok ki... Kötülük, kıskançlık, yalan, riya, sevgi, şefkat, içtenlik, samimiyetsizlik, korkaklık ve tabii iyilik... İçlerinde en çok ilgimi çeken başlık da iyilik galiba... Kötülük bilgisinin efendisi olup, iyiliğin kenarından geçmeyen, geçemeyen insanlar o kadar çok ki... Çoğunun içinde tek bir gün bile kurulmuyor o ‘vicdan mahkemesi’. Kimi varoluşunun izini sürmeye karar verdiğinde dönüşüyor ama 90’ında dahi bunu yapamayanlar var bildiğiniz üzere. İyi olmak bu kadar zor mu? Değil aslında. Ve aslında evet bazen zor.
Bu hafta, 37. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma Bölümü’nde En İyi Film Ödülü’nü alan Vuslat Saraçoğlu’nun ‘Borç’ adlı filmi de iyilik kavramını sorguluyor. Eskişehir’de küçük bir matbaada çalışan Tufan’ın, karısı Mukaddes ve kızı Simge ile birlikte sürdürdüğü mutlu bir hayatı var. Bir gün, yolda yürürken, önüne düşen bir kargayı, can havliyle veterinere götürüp ona evini açıyor. İyileşmesi için ailesiyle birlikte çırpınıyor. Aynı günlerde, yaşlı komşuları Huriye Hanım, fenalaşıp gecenin bir yarısı kapılarını çalıyor. Bu kez de onu alıp hastaneye götürüyor.
Çocuklu-ğumuzdan itibaren başarılı olmaya program-lanıyoruz. Anne babalarımız bunun için uğraş veriyor. Ödevler ve sınavlarla geçen gençliğin başarılı olma stresi, iş hayatına başladıktan sonra da devam ediyor. Kariyer basamaklarında tökezlemeye görelim, yerle yeksan oluyoruz. Çünkü başarısızlığı külliyen reddettiğimiz gibi, onu fırsata çevirme konusunda da bilgi sahibi değiliz. Başarısızlığın başarıya evrilmesi hiç de imkânsız değil oysa. J. K. Rowling’in bu hafta Doğan Kitap’tan çıkan ‘Güzel Bir Hayat’ adlı kitabı ‘Başarısızlığın Yararları ve Hayal Gücünün Önemi’ alt başlığını taşıyor. Kitap Rowling’in Harvard Üniversitesi 2008 mezunları için yaptığı konuşmadan oluşuyor. “Sizlere başarısızlığın faydalarından bahsetmeye karar verdim. Ayrıca sizler, kimi zaman ‘gerçek hayat’ diye tabir ettiğimiz şeyin eşiğinde beklerken hayal gücünün hayati önemini de vurgulamak istiyorum.”
Çok satanlar listesinin en parlak isimlerinden, rekor üstüne rekor kıran, tüm dünyada 500 milyondan fazla satan, 80’den fazla dile çevrilen, gişe rekorları kıran 8 filme kaynaklık eden Harry Potter serisinin yazarı, niye başarısızlığın önemine vurgu yapmak ister ki? Onca başarıyı tattıktan sonra.
Hayatından
Chopin’in çello ve piyano için bestelediği sonatı Maria João Pires ve Pavel Gomziakov’dan dinledim, çok sevdim. Tom Jones’un ‘Delilah’sının yeri ayrıdır bende. Bu yıl Oscar’da en iyi özgün şarkı ödülü ‘Remember Me’nin oldu ama benim favorim Sufjan Stevens’ın ‘Call Me By Your Name’ filmi için yazdığı ‘Mystery of Love’dı... Bu tip yorumlar yaptığımda kimi sohbetlerde, ilgiyle ve merakla dinlenir. Müzik uzmanlık alanım değil ama sanat gazeteciliği yaptığım için her müzik türü hakkında bir parça bilgim sahibiyim. Sohbetlerime konu olanlar ise kişisel beğenilerim. Buraya kadar kimseye sorun olmuyorum. Ama “Bazı sabahlar türkü dinlemeyi seviyorum” gibi bir laf ettiğimde misal, yine o kimi sohbetlerde, gözler fal taşı gibi açılıyor: “Sen? Milliyet Sanat’ın genel yayın yönetmeni? Türkü? Nasıl yani?”
Anadolu’nun, kendi köklerimin müziğiyle ilgilenmemin, onları sevmemin yadırganması sosyolojik incelemeye muhtaç. Beni aşar. Ama öte yandan türkünün belli bir sınıfın parametresi olarak görülmesine -bugün ve hâlâ- üzülüyorum. Bir yandan da bu üstten tavrın şaşkınlığıyla eğleniyorum. Ve evet, son günlerde yine bir türkü albümü dinliyorum. Burcu Güneş’in DMC etiketiyle çıkan ‘Anadolu’nun
Kardeşlik güzeldir. İçinde sağlam bir dostluk vardır hem de daha fazlası. İnsanın hayatla ilgili derdine tasasına kafa tutarken yanındaki en önemli müttefiklerdir. En çok üzüldüğüm de bir noktada o güzel birlikteliğin dağılması. Özellikle anne baba zamkı sona erince... Miras kavgalarıyla, evliliklerle... Herkesin başka yanlara savrulması, çocukluğun kesin olarak bitmesi... Ne yazık ki çok fazla örneği var, hayatta da sanatta da... Bunun sinemadaki en çarpıcı örneklerinden birini bu hafta vizyona giren, Sundance Film Festivali’nden Dünya Sineması Büyük Jüri Özel Ödülü’yle dönen, Tolga Karaçelik’in filmi ‘Kelebekler’de izledim. Tolga Karaçelik, Milliyet Sanat’a verdiği röportajda “Gülmek için giderseniz ağlarsınız, ağlamak için giderseniz gülersiniz” diyordu. Ben gülmekle ağlamanın kardeşliğinde seyrettim. Çok da sevdim.
Üç kardeş, astronot Cemal (Tolga Tekin), dublaj sanatçısı Kenan (Bartu Küçükçağlayan) ve anaokulu öğretmeni Suzan (Tuğçe Altuğ)... Vaktiyle annelerinin intiharından sonra, Cemal Almanya’ya taşınmış, Kenan ve Suzan farklı şehirlere. 20 yıl sonra babalarından bir telefon geliyor Cemal’e. Kardeşlerini de alıp, baba ocağının olduğu Hasanlar köyüne gelmelerini istiyor.
Kadın ve kurmaca ilişkisini ele aldığı ‘Kendine Ait Bir Oda’ adlı kitabında Virginia Woolf, yazar olmak isteyen kadına iki öğütte bulunur: Para kazanın ve kendinize ait bir odanız olsun. Ardından da ekler: “Sizden para kazanmanızı ve kendinize ait bir odanızın olmasını isterken aynı zamanda hakikatle birlikte yaşamanızı istiyorum, söyleseniz de söylemeseniz de görünüşe göre bu hayat insana zindelik verir.”
Yüz yıllar boyu erkek egemen evlerde, kendine mutfak dışında bir alan bulamamış, yoksullukla sınanmış, erkeklerle eşit tutulmamış kadının kaderi, Woolf’un bu kitabı yazdığı 1929’dan bugüne büyük değişiklikler gösterdi. Ama hâlâ kadınların önemli bir bölümünün kendine ait odası yok! O odaya sahip olması için en büyük desteği verenlerden biri de sanat kuşkusuz. Nitekim bu hafta Bomontiada’daki Leica Gallery’de açılan ‘Kendine Ait Bir Oda’ adlı fotoğraf sergisi bunun son örneklerinden biri.
Sergide dört kadın sanatçının işleri yer alıyor.İran’dan Tahmineh Monzavi, Almanya’dan Charlotte Schmitz ve Türkiye’den Meltem Işık ile Cansu Yıldıran. Sergi, kadın sanatçılara kendilerini ifade edebilmeleri için ’kendine ait bir oda’ yaratıyor. Sergiyi düzenleyen Yasemin Elçi, “Bu sergi aynı
Erkek taifesinin en tehlikeli modellerinden biri, yüksek egolu, narsistik yaralanmaya açık olanlar hiç kuşkusuz. Genelde işlerinde başarılıdırlar. Aşırı kontrolcü olurlar. Etkileyici tiplerdir. Bir kadını kendisine nasıl hayran bırakacaklarını bilirler. Ama ortak yaşam ilişkisini yürütemeyecek kadar bencil bir yapıları vardır. Kadına kendini prenses gibi hissettirip ardından onu değersizleştirirler. Büyük bölümü anneleriyle göbek bağını kesememiştir, yaşı kaç olursa olsun. Kadının canını acıtmada üstlerine yoktur. Bu modelin sinemadaki en başarılı örneklerinden birini, geçtiğimiz hafta vizyona giren ‘Phantom Thread’de Daniel Day Lewis’in canlandırdığı Reynolds Woodcock karakterinde izledim. Reynolds, 1950’li yıllar Londra’sının en ünlü terzilerinden... Yakışıklı, karizmatik, zarif... Bir ölçü alması var ki bu kadar teatralini daha önce hiç görmemiştim. Birlikte olacağı kadınları, ona ilham periliği ve modellik yapacak zarafette olanlardan seçiyor. Onlarla hiçbir insani ilişki kurmadığı için, bir süre sonra sıkılıyor.
Bu kadınlara yol verme görevi ise, modaevini birlikte yürüttüğü, gölge anne olan ablası Cyril’e kalıyor.
Derken günün birinde bir lokantada, garson Alma (Vicky
Yaş almanın en güzel yanı, geçen yıllar içinde tuttuğum notlarla dolu bir hayat bilgisi defterimin olması. Başım sıkıştığında, sayfaları zihnimden kalbime açılan bu deftere bakıp nasıl bir yol izleyeceğimi kolayca buluyorum. Neleri istediğim, neleri istemediğim bütün netliğiyle o defterde. Kalbim daha az kırılıyor. Annemi daha iyi anlıyorum. Bütün köprüleri atıp bir sürü şeyi bir hiç uğruna ziyan edeceğim koca kararlar arifesinde kaldığım da oluyor ama öyle anlarda da o defter yetişiyor imdadıma. İçinde yazarlarımdan alıntılar var, matematik, 46 yıldır süren yolculuğumdan çıkardığım dersler, saygı duyduğum insanların ‘sabret’ telkinleri ve daha bir sürü kıymetli bilgi... Sanırım herkesin böyle bir defteri var. Genel olarak ‘tecrübe’ şeklinde tarif ettiğimiz...
Gençliğin en tatsız yanı ise, o defterin olmayışı... Kendi doğrularımızı henüz bulamamışlığımız. Ailenin, öğretmenlerin, kuralların, kaidelerin bizim adımıza konuşması, çoğu zaman ne istediğimizi fazla dikkate almadan kendi doğrularını dayatarak. Ergenlik dönemiyle başlayan ‘büyümek’ zor velhasıl... Bu dönemin kız çocukları için en zorlu ilişkisi ise anneyle olan hiç kuşkusuz. Annemle kavga gürültü hiç eksik olmadı aramızda o
Havaya kalkan tek kaş. Müstehzi gülümsemeler. Aleni bir aşağılama hali. Hep bunlarla kulağıma çalındı Benli Belkıs’ın adı... Doğrusu, döneminin dünya jet sosyetesine girmiş, hem Türk hem dünya basınının büyük ilgi gösterdiği magazin figürlerinden biri olduğu dışında bir bilgim yoktu onun hakkında. Ta ki bu hafta, usta gazeteci Şaziye Karlıklı’nın Doğan Kitap’tan çıkan ‘Benli Belkıs/ Efsane Aşkların Kadını’ adlı kurmaca biyografisini okuyana kadar.
Son yıllarda okuduğum biyografiler içinde en çarpıcı olanıydı. Her sayfasını büyük bir şaşkınlıkla, inanamayarak, hayret ederek, bir nefeste okudum. Benli Belkıs, benim bildiğimden çok daha fazlasıydı. Bütün şaşaalı hayatına rağmen dokunaklı bir kadın hikâyesiydi başlı başına. Zengin kültürel altyapısına rağmen, kendini sadece ‘güzellik’ üzerinden tanımlayan, “En çok kendimi beğenirim, kendime âşığım” diyen, narsist olduğunu itiraf eden bir kadın. Hayatını erkeklerle kurduğu ilişkiler ve bu ilişkilerin sağladığı küçük servetlerle idame ettirmiş bir kadın. Ama sadece bu kadar değil.
1917’de Cumhuriyet’e ihanetle suçlanan ve sınır dışı edilen yüz elliklerden biri olan paşa babasının görev yeri Yemen’de doğuyor Belkıs. Adını güzelliği