Çiğdem Talu 36 yaşında bir İngilizce öğretmeniydi, 24’ündeki kimya mühendisliği öğrencisi Melih Kibar’la tanıştığında. Onun 1975’te Eurovision’a ilk katılışımız için bestelediği sinyal müziğine hayran olmuş, tanışmak istemişti. Kendisi de söz yazıyordu bir süredir. Aynı yılın 25 Mayıs’ında gece yarısını çoktan geçmişken saatler, 3-3.5 gibi tanıştılar, Talu’nun evinde, bir toplantıda. Kelimelerle notaların dillere destan aşkının 8 yıl 4 gün sürecek ilk buluşmasıydı. İlk görüşte aşk değildi bu; daha ziyade birbirinin yaptığı işlere hayranlık duyan iki insanın duygularını paylaştığı anlardı. Daha sonra birlikte çalışmaya başladılar. Yaptıkları her şarkı Erol Evgin’in insana huzur veren güzel sesinde daha da büyüyordu. Tanışıklıkları arttıkça yakınlıkları da artıyor, hatta çevreden “Çiğdem Talu kendisine genç sevgili buldu” yorumları yükseliyordu. Günün birinde Melih Kibar, Talu’nun kendisinden 12 yaş büyük olmasına hayıflanır hale geldi. Kadının erkekten yaşça büyük olması her dönem olduğu gibi o dönemlerde de hoş karşılanmıyordu. Ama yine de aralarındaki bu engel (!) ilişkilerinin başlamasının önüne geçemedi. İlk evliliğinden bir kızı olan, saraylı aile terbiyesi görmüş, annesiyle
DİYARBAKIR
Diyarbakır Havaalanı’ndan çıkar çıkmaz göz alabildiğine uzayan bir büyükşehir... Blok blok siteler sıralanmış sağlı sollu. İnsanlar işinde, gücünde. Kimi okuluna gidiyor kimi alışverişe çıkmış. Belli etmiyor kederini velhasıl. Acının her türünü tatmış, içine atmış akrepli yılanlı şehir bütün vakarıyla karşılıyor bizi. Bütün şefkatiyle... O öyledir. Misafirini bağrına basar. Boşuna dememişler “Diyarbakır’a gelen ağlar, giden ağlar”.
Tanışık Köyü’ne doğru yola koyuluyoruz. 12 Mayıs’ta PKK’nın bomba yüklü kamyonu infilak ettirmesi üzerine kaybettiğimiz 16 kişinin köyü burası.
O gece kamyonu durduran, şoföre kim olduğunu, ne aradığını soran, şüpheli bulduğu için yakınlarını da alıp onu takip eden Seyithan Yakar bu 16 kişiden biri. Onun evinin önündeyiz şimdi. Yakar’ın evi yemyeşil mısır tarlalarıyla çevrili. Cennet gibi etraf ama neye yarar; sarı boyalı, camları vişne çürüğü bordürlü eve düşen ateş, alev alev hâlâ...
Taziyenin sürdüğü evin odalarında ailenin acısını paylaşmak üzere gelen köyün kadınları var. Beni misafir odasına alıyorlar. İçeri ilk Seyithan Yakar’ın annesi Fatma Yakar giriyor. 81 yıllık hayatının en ağır yükü çökmüş omuzlarına, gelip oturuyor kahverengi
Henüz on yedisinde gencecik bir kız Vuslat Emine. 1876’nın İstanbul’unda bir konakta anne babası, abisi ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyor. Kızların bol olduğu evlerden neşe eksik olmaz. Onlarınki için de geçerli bu. Annelerini de sayarsak, Vuslat Emine, Hicran ve Fatma; bu dörtlü epey eğleniyor günlük hayatlarında. Kızlar arası rekabet elbette var. Ama aralarındaki sağlam sevgi bağını alt edecek kadar değil. Günlerden bir gün Vuslat Emine’nin hamile olduğu ortaya çıkıyor. Konağa ateş düşüyor. Babanın ve abinin duymaması için gayrimeşru çocuğunu doğurmak üzere evin emektarı Bedriye Kalfa’yla birlikte Büyükada’daki konağa gönderiliyor, Gözyaşı Konağı’na... Ve yazmaya başlıyor. Hikâyesini, verdiği vereceği mücadeleyi, acısını, sevincini, başından geçen her şeyi... Bu hikâyeyi okuyoruz, Şebnem İşigüzel’in İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Gözyaşı Konağı’ adlı yeni romanında.
Yeri şimdiden hazır
Bir kadın romanı ‘Gözyaşı Konağı’. Erkeklerin baskısının gölgesinde, korkarak da olsa direnmeye çalışan kadınların romanı. Bu yüzden zaman zaman kötü olmak zorunda kalan kadınların... Özgürlük baskın temalardan bir tanesi. Hayatı yeni baştan inşa etme çabası sonra... Ve aşk... Edebiyatın
Bütün kızlar ve bütün anneler bilir: Kavgası gürültüsü bol, gerilimi eksik olmayan, uyarılar, kurallar, pişmanlıklar, vicdan azaplarıyla dolu bir ilişki türüdür anne-kız ilişkisi. Biz annemle/kızımla arkadaş gibiyiz diyenlerde de her zaman anne-kız olmuş olanlarda da bu böyledir. İçinde büyük bir sevgi de var elbet, şefkat, kahkaha, dert ortaklığı... Ama yine de karanlık bir taraf söz konusu. İşte bu karanlığın en çarpıcı örneklerinden biri bu hafta sinemada karşımıza çıktı. Senem Tüzen’in ilk uzun metrajlı filmi ‘Ana Yurdu’nda.
Nesrin’le annesi Halise’nin hikâyesi bu. Modern kadınla muhafazakâr annenin çatışması... Kocasından yeni boşanmış, işini bırakmış, hayli de canı yanmış Nesrin, anneannesinin köy evinin yolunu tutuyor. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu romanı yazmak, ola ki yazarken bir parça da kendini öğrenmek için... Yazmak kapanmayı gerektirir bazen. Koşulsuz bir yalnızlığı... Sessizliği... Ne var ki Nesrin’in planladığı gibi olmuyor; annesi sözüm ona kızına sahip çıkmak için valizini kaptığı gibi köye atıyor kendini. Nesrin’in bütün karşı çıkmalarına rağmen. Anne Halise, kendi deyişiyle ‘anlatacak hikâyesi olmayan’, bu boşluğu dinle doldurmuş emekli bir ilkokul
17 yaşımdaydım ‘Kadının Adı Yok’u okuduğumda. Lise sonda. Bir akşamüstü başlayıp, gün ağarırken bitirmiştim. Beni anlatıyordu Duygu Asena, annemi, bu ülkede yaşayan kadınları. Sonra babaları... Bir kitapta kendini ve yakınlarını bulmanın heyecanını en yoğun hissettiğim ilk kitaptı o. Ertesi yıl, ikinci kitabı ‘Aslında Aşk da Yok’u yazdı Asena.
Bu kez üniversitedeydim. Okulun tam karşısındaki geniş meydanda imza günü vardı. Devasa bir kuyruğun ucuna eklenip beklemeye başladım, kalbim küt küt atarak. Sıra bana geldiğinde ilk kitabıyla ilgili hissettiklerimi dilim döndüğünce anlattım. İncecikten sesiyle teşekkür etti. İri ela gözleri ışıl ışıldı. Elimdeki yeni kitabı alıp imzaladı: “Sevgili Filiz, kim bilir belki de aşk vardır”. Sahiden de vardı. Tam da o yıl anladım.
Gel zaman git zaman yine upuzun bir kuyruğu aşıp, bu kez karşısına muhabir olarak çıktım. Tam dört yıl onunla birlikte çalışma şansım oldu. Meslek hayatımın en güzel yıllarındandı. Gazetecilikle ilgili çok şey öğrendim genel yayın yönetmenim Duygu Hanım’dan. Esasen yazı yazmanın bütün inceliklerine vakıf oldum. Ki bunları hem o dönem birlikte çalıştığımız Kim ve Negatif dergilerinde çok kullandım, hem sonrasında
İnce ince bir yemek kokusu yayılırdı; bizim evin kokusuydu bu. Annemin maharetli elleriyle her gün 3-4 çeşit pişirdiği yemeklerin kokusu... Limon kolonyası onu yüzüne süren her daim sinekkaydı tıraşlı babamın kokusuydu. Babaannem kına kokusuydu; elleri ve saçları kınalı babaannem... Bizim sokak dut kokardı, ağaçlarının tepesinden inmezdik. Kırtasiyeci Kör İhsan’ın dükkânının önündeki fesleğen kokusu, rüzgârla kendini salan... Üniversiteyi okuduğum Beşiktaş deniz kokardı. Çalıştığım okulların sınıflarında tebeşir kokusu. Kütüphanelerin kitap kokusu… Yazı yazdığım kâğıtların, kesiği kadar kuvvetli kokusu, harflerin esansı...
50’yi aşkın koku var
Önemlidir kokular. Peşlerine takılan anıları, insanları, mekânları getirirler yanlarında. Hatırlamamıza yardım ederler. Ne kadar önemli olduklarını bir kez daha fark ettiğim şahane bir sergi gezdim bu hafta: Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) açılan “Koku ve Şehir”. Kokuların tarihsel hikâyelerini anlatan sergide antik dönemden başlayarak Anadolu uygarlıklarına kadar uzanıyor, bu yolculuğu kokular üzerinden yapıyoruz. Burası bir sergiden çok koku cenneti gibi. İçlerinde kahve, kolonya, nane, safran,
Aile, zaman zaman patlamaya hazır bombaları andıran bir yapıdır. Genişledikçe, çocuklar kendi ailelerini kurdukça, masaya damatlar, gelinler eklendikçe, hikâyeler biriktikçe ağırlaşır bu yapı. Bir yandan da o bomba patlamasın diye elinden geleni yapar bireyler. Özellikle de anneler. Uzun yıllar basit iğnelemeler, laf sokmalar, imalı bakışlar, küçük tartışmalar altında geçiştirilir ama öyle bir gün gelir ki... Etraf toz duman!
Görkem Yeltan’ın ilk yönetmenlik denemesi olan, İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ve bu hafta vizyona giren “Yemekteydik ve Karar Verdim” bu tür bir aile filmi. Gürsoy ailesinin hikâyesinin anlatıldığı filmde, baba Rıza Gürsoy, elinde bombanın pimi, esip gürlüyor. Herkesin hayatını onun kuralları belirliyor. Oğlunu sevmediği aile işini yapmaya mahkum etmiş, kızlarına kızgın, kız kardeşiyle sürtüşmeli, torunlarıyla mesafeli, denge kurmaya çalışan, aileyi bir arada tutan karısının ise burnundan getiriyor.
Rıza Gürsoy, aileyi Kurban Bayramı’nda Gebze’deki yazlığında topluyor. Birer ikişer eve geliyorlar. Kız kardeşi, izni olmadan evini satmaya karar verdiği için aralarında müthiş bir gerilim var. Çünkü her şeyin Rıza Bey’e sorulması, o ne derse onun
Dört duvarı tenteyle kaplanıp ev haline getirilmiş bir avuç toprak... Üstünde tam on üç tane çocuk. Ayaklarında lastik tokyolar, bazısı yalınayak. Kimi düşünceli bakıyor, kimi şaşkın; ama en çok da çocuk neşesi yüzlerinde. Boynuna kırmızı poşusunu sarmış babaları kenarda duruyor. Gözlerinin tek seçeneği varmış gibi. Kaygı. Bir de kuş kafesi. Üstü örtülmüş. İhtimal, bir muhabbet kuşu içinde.
Anlatmayı denediğim bir fotoğraf karesi. Can Yayınları’ndan çıkan ‘Misafir’ adlı kitaptan. Fotoğrafın yanında kısacık bir metin var: “Eşim on üçüncü çocuğumuza hamileyken sınırı geçemeden hayatını kaybetti. Eskiden sadece babaydım. Şimdi hem baba hem anneyim.” On üçüncü çocuk pembeli bir kız, abisinin kucağında. Kitaptaki 40 kareden sadece biri bu. Tamamını Kerem Yücel çekmiş. Metinler ise Serdar Korucu imzasını taşıyor.
Yücel, tam 5 sene boyunca Hatay, Urfa, Antep, Kilis, Batman ve Diyarbakır’daki Suriyeli mültecileri fotoğraflamış. Onca yılın emeğinden küçük bir seçki sadece “Misafir”. Ama etkisi büyük! Çok büyük. Savaş nedeniyle, doğduğu yerleri terk edip Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin, fotoğraf karelerine düşen hikâyelerine tanıklık etmek insanın içini sızlatıyor. “Türkiye’ye göç