Ne güzel sözdür ‘ahde vefa etmek’; verdiği sözü tutmak. İyi ki ahde vefa etmiş Tarkan, iyi ki söz verdiği Türk sanat müziği albümünü çıkarmış. Öyle güzel okuyor ki hepimizin hayatlarının bir yerlerinden geçen, sevinçlerimize, hüzünlerimize defalarca dokunmuş şarkıları... Dinleyicisi de karşılıksız bırakmadı bu vefa tavrını. iTunes’da 14 gündür birinci sırada albüm. ITunes Dünya Müziği listesinde İngiltere, Danimarka, Hollanda ve Almanya’da 1. sırada. Ayrıca 35 ülkenin iTunes Dünya Müziği sayfasında da yer aldı. ‘Ahde Vefa’ albümüne olan yoğun ilgi nedeniyle iTunes üzerinde dünya çapında albüm tanıtımına en çok yer verilen ilk Türk sanatçısı oldu. Bu arada albüm bir haftada 100 bin basıldı; yetmedi 70 bin daha geldi. Büyük ilgi görmüş bir albümün toplam satışına bir haftada ulaşmak demek bu. Devamı da gelecek gibi görünüyor.
‘Dönülmez Akşamın Ufkundayız’ ile açılıyor albüm. Yahya Kemal Beyatlı’nın sözlerini, Münir Nurettin Selçuk’un bestesini sesinin doruklarında yorumluyor Tarkan: “Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan/Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan/Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece”... İçini titretiyor insanın... Ardından ‘Olmaz İlaç Sine-i Sad Pareme’
Bir yol ayrımında tanışıyoruz 18’indeki Salih’le. Çıktığı yetimhanenin kapısının önünde. Elinde trompeti güzel günler vadeden bir geleceğe doğru da yürüyebilir, geçmişinin karaltılarla dolu tekinsizliğine doğru da... O ikinciyi seçiyor. Kayıp ailesini bulmayı. Bunun bedeli ağır bir yüzleşme olsa bile... Ve film başlıyor. Ozan Açıktan’ın yönettiği ‘Annemin Yarası’. Sonrasında Salih nereye biz oraya. Birlikte gülüyoruz, birlikte hüzünleniyoruz, birlikte umut edip birlikte hayal kırıklığına uğruyoruz.
İlk durağı ayakkabıcı Mirsad’ın evi oluyor. Karısı Nerma, oğlu Vedat ve annesiyle birlikte yaşıyor. Camdan bir mutlulukları var sanki. Her an düşüp kırılabilir. O yüzden kutu kutu antidepresan alıyor Nerma, düşmemek, kırılmamak için. Karı koca birbirlerine sıkı sıkı sarılarak üstesinden gelmiş, 20 yıl önce yaşadıkları savaşın yarattığı travmanın. Ama işte, bir ‘ama’ var aralarında. Salih Mirsad’ın annesinden öğrendikleriyle o ‘ama’nın arasından geçip gidiyor. Avucunda ailesini bulmasına yarayacak bir tutam bilgiyle.
İkinci durağı bir çiftlik oluyor. Borislav ve Marija’nın iki kişilik rengârenk dünyasının orta yerinde buluyor kendini. Çiftlikte çalışmak üzere işe alınıyor.
Milliyet Sanat’ta çalışmaya başladığım yıldı. Demek ki tam tamına 16 yıl geçmiş aradan. Bir dergide ya da belki bir katalogda gördüm o deseni. Görür görmez de vuruldum. Kompozisyon, yaşadığımız ilişkilerde bir şekilde deneyimlediğimiz bağımlılıklara gönderme yapıyor, kâğıt kesiğine benzer bir acı veriyordu. Çok güçlüydü. Pırıl pırıl masmavi bir denizin ortasına bir tahterevalli koymuştu sanatçı. Her iki ucunda birer kafes vardı. Kafeslerden birinin içinde bir güvercin, diğerinin dışında da öteki... Dengede duruyorlar. Ama olur da kafesin dışındaki kuş uçarsa, denge bozulacak, diğer güvercin kafesiyle birlikte sulara gömülecek. Evde duvarıma, işyerinde masama kesip yapıştırdım. Hatta bir de söz verdim kendime: Bir gün bu desenin romanını yazacağım diye. 30’uma bile gelmemiş, kafesin içini de, dışını da doğru düzgün öğrenmemişken... Ama zaten gençlikte her gazeteci biraz yazar olmak ister. Geçici hevestir, çoğununki geçer. Benimki ise geçmedi. Gerçekten de Gürbüz Doğan Ekşioğlu’nun o deseninin romanını yazmayı denedim, yayımladım geçen yıl. Oldu mu olmadı mı bilmem. Bildiğim, Ekşioğlu’nun o muhteşem dehasıyla tek bir karede anlattığını ifade edebilmek için ben 289 sayfa yazdım.
İ
Geçen hafta yapılan “Oscar Ödülleri kime gidecek?” konulu haberlerde, sinema yazarlarının neredeyse tamamının hemfikir olduğu isim En İyi Kadın Oyuncu dalındaydı. Emma Donoghue’nun 2010’da yayımlanan romanından sinemaya uyarladığı ‘Room/ Gizli Dünya’da canlandırdığı Joy karakteriyle Brie Larson’u işaret ediyorlardı. Dedikleri çıktı. O gece Oscar ödülüyle birlikte evinin yolunun tutanlar topluluğuna dahil oldu Larson.
Film, tek göz odaya kapatılmış bir anne-oğul üzerine kurulu. Joy yedi yıl önce Old Nick adını taktığı adam tarafından kaçırılıp hapsediliyor buraya. Old Nick’in tecavüzleri sonucunda hamile kalıp oğlu Jack’i dünyaya getiriyor. O günden sonra bütün derdi tasası oğlunu korumak oluyor, Old Nick’ten, o odanın boğuculuğundan...
Jack’le tanıştığımız ilk sahnelerde beş yaşına giriyor. Ve Joy bu yeni yaşla birlikte oğlunun kendi elleriyle bozduğu gerçeklik algısını düzeltme kararı alıyor. Hayatı yaşadıkları o odadan ibaret sanıyor Jack. Geri kalanının televizyonun içinde olduğuna inanıyor... Dışarının adı ise uzay... “Küçüktün öyle anlatmak zorundaydım ama artık gerçeği öğrenmelisin” diyor Joy. Ve başlıyor anlatmaya... Jack birdenbire genişleyen dünyayı olgunlukla
Kalben’i 2014 sonlarında, bir evin oturma odasında söylediği ‘Sadece’ adlı şarkının Youtube’da yayınlanmasıyla tanıdık. Bu video geçen zaman içinde 1 milyondan fazla izlendi. Ama henüz bir albümü yoktu. Biz yine Youtube’da yayınladığı başka şarkıları dinleyerek, çeşitli şehirlerde verdiği konserlere giderek onu takibe devam ettik. Kimimiz ilk günden itibaren, kimimiz sonradan... Geç keşfin hayıflanmalarıyla...
30 yaşındaki bu genç kadın müzik dolu bir evde büyümüş. Önce piyano, ardından gitar dersleri almış. Birkaç haftanın sonunda gitar derslerini bırakıp kendi kendine çalışmaya karar vermiş. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü burslu olarak bitirmiş. Sonra ver elini İstanbul... Bir süre devam ettirdiği senaristlik çalışmaları... Bir caz kafede arkadaşlarının ısrarıyla sahneye çıkıp şarkı söylemesi... Orada işe başlaması... Meşhur “Sadece” videosunun yayınlanması. Ve derken başladığı albüm çalışmaları... Nihayetinde 15 Şubat’ta piyasada oluşu kendiyle aynı adı taşıyan albümün.
Gitarların tamamını Kalben çalıyor. Albümdeki 13 şarkının 12’sinin sözü ve müziği Kalben’e ait. Bu şarkıları dinleme deneyiminin mutlulukla, huzurla bir ilgisi var sanki. Usul usul
Biliyorum çok şey yazıldı ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ için. Orhan Pamuk, bu yeni romanıyla ilgili, gazetelerin hafta sonu eklerine röportajlar verdi. İnsanın canını acıtma temelli haksız eleştiriler de çıktı, kitabı yere göğe koyamayanlar da... İlk baskısı 200 bin yapılan kitap için, ikinci haftada 50 binlik ikinci baskıya geçildi. İki haftada 250 bin sattı ayrıca. Takip edenler biliyor ki bu roman baba-oğul ilişkisi ekseninde gelişiyor. İki büyük efsaneden besleniyor. Sophokles’in ‘Kral Oidipus’u; babayı öldürüp anneyle evlenme. Firdevsi’nin ‘Rüstem ve Sührab’ı; babanın oğlunu öldürmesi. Doğu’yla Batı...
Kuşaktan kuşağa
Başyapıt kıvamında bir romanı bir köşe yazısının sınırları içinde değerlendirmek imkânsız. Bu yüzden özellikle etkilendiğim, önemli bulduğum üç noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bir kere Independent’a hak vermek işten değil: “Pamuk, en iyi kitaplarını Nobel’den sonra yazan eşsiz bir yazar”. Nobel öncesi kitaplarının yeri ayrı ama sonrasında gelen ‘Masumiyet Müzesi’, ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ ve nihayet ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ gerçekten çok güçlü metinler. İnsanın okuma zevkini şaha kaldıran edebiyatın nadide örnekleri her biri... Son kitaba gelince... Üç kısımdan oluşan romanın
Mis gibi kokusu, sadesi, ortası, şekerlisi, köpük köpük lezzetiyle her derde deva, her tür arkadaşlığa açıktır Türk kahvesi. Fincanın üst yüzeyindeki kem gözleri ince bir çubuk marifetiyle patlattıktan sonra, ilk yudumla birlikte derin bir ‘oh’ çektirir. İç sıkıntısına da iyi gelir, iş sıkıntısına da... Aşk acısı çekenin de dostudur yalnızlıktan muzdarip olanın da... Keyif anlarına da gider, keder anlarına da... Sabaha başka, öğlene başka... Bazen bir gece öncenin uykusunu silmek içindir, bazen hayata bir fasıla vermek için... Velhasıl, kahve candır.
Onun canına can katan şahane bir sergi açıldı Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde: ‘Üç Şehir Bir Kahve / Kahire, İstanbul, Viyana’. Üç kentten kahveyle ilişkili fotoğrafların yer aldığı serginin küratörü Suna Altan. “Kahvenin serüvenini, hayatımızın nasıl tam da ortasında var olduğunu, tarihi gelişimini, kültürel dinamikleri nasıl şekillendirdiğini ve günümüzdeki yansımalarını anlatmak” amacıyla yola çıkılmış. Sergideki fotoğraflar usta bir sanatçıya, Manuel Çıtak’a ait. Özellikle bu üç kentin seçilmesindeki amaç, kahvenin serüveninde hayati öneme sahip olmaları. Serüven Habeşistan’da başlıyor, Kahire üzerinden İstanbul’a ulaşıyor.
Bazı kitaplar vardır, 700 sayfalık bir başka kitabın anlatamadığını sayfa sayısını 100’e bile tamamlamadan anlatır. ‘Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu’ da bunlardan biri. Sadece 71 sayfa ama koca koca kitaplar devirmiş gibi oluyorsunuz bittiğinde. Doğan Kitap’tan çıkan bu romanın yazarı Eric-Emmanuel Schmitt. Fransız romancı aynı zamanda oyun yazarı ve sinema yönetmeni. 1960 Lyon doğumlu. Eğitimi müzik ve edebiyat üzerine. 1980-1985 yılları arasında da Ecole Normale Superieure’de felsefe okumuş. Bu yılların etkisi ‘Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu’nda açıkça görülüyor.
Yalın ama kıymetli
Kahramanımız olan Bayan Ming kim? Çin’in Yunhai kasabasında yaşayan ve burada bulunan Grand Hotel’de tuvaletçilik yapan dünya tatlısı bir kadın. Güzel yaşlanmış, bilgelik kıvamına gelmiş... Her sözü hayattan, dolu dolu bir yaşamdan süzülmüş, yalın ama çok kıymetli.
Günlerden bir gün, otele gelen Fransız bir iş adamıyla tanışıyor. Bayan Ming o kadar içten ve insan canlısı ki, hemen dost oluveriyorlar. İş adamına parça parça, gün gün, on çocuğunun hikâyesini anlatıyor. Ama durumda bir tuhaflık var. Çin’deki tek çocuk dünyaya getirme yasası nedeniyle Bayan Ming’in on çocuğunun olması