Cuma günü Instagram hesabına “Filmimiz bu sabah sinemalarda gösterime girdi. Çok heyecanlıyım. Sevgili sinema sevenlerin filmimizi sevmeleri en büyük dileğim” diye yazdı Türkan Şoray, yönetmenliğini yaptığı “Uzaklarda Arama”yı işaret ederek. Bazı sinema eleştirmenleri filmin sorunlarının olduğunu söyledi. Daha ziyade senaryoya yüklendiler. Onlar sinemanın evrensel kriterleriyle yapıyorlar değerlendirmelerini elbette. Ama bir de duygusu var bu işin, filmden seyirciye geçen. Ve sanırım bir film, büyük bir samimiyetle çekilmişse, seyirci kimi teknik kusurları görmeyebiliyor, görse de önemsemiyor. “Uzaklarda Arama”, “İncelikli şeyler düşünmeye vakit ayırmış” bir kere. Başta Yeşilçam olmak üzere, Emek Sineması’na kadar uzanan tadında saygı duruşları var. Filmin anlatıcısı dokuz yaşındaki Yusuf’un masumiyeti gözlerini dolduruyor insanın. Gülmek de mümkün filmde, ağlamak da... Masallara inanmak da mümkün, gerçeklerin sertliğiyle sarsılmak da... Komedi gibi görmek de mümkün, dram gibi görmek de...
Konusuna gelince... Şehir merkezindeki Barones Pavyon, günün birinde resmi makamlardan gelen bir emirle, küçük bir kasabaya sürülüyor. Pavyondaki kadınlar bir kamyonun kasasına doldurulup
Son günlerde Cem Yılmaz’ın karakterler galerisine yeni katılanları konuşuyor herkes, Ali Şenay’ı, İlber’i, Boris Mançov’u, Veronika’yı, Mehmedov’u, Tayanç’ı... Onları ve içinde yer aldıkları ‘Ali Baba ve 7 Cüceler’i... Birbirinden sıkıcı az güldüm-çok güldümleri, küfür eleştirilerini geçersek genel izlenim hayli olumlu. Zaten film, ilk bir haftada 822 bin 939 kişilik bir gişe yaptı ki, bu hiç de yabana atılacak bir rakam değil.
Karakterlerin her biri diğerinden daha renkli... Eğlenceli. İyi işlenmiş, -mış gibi yapmayan, rolü bizzat giyinmiş… Merkezdeki Ali Şenay misal, bahçe cüceleri tasarlayıp satan kendi deyişiyle bir ‘işadamı’. Biraz saf, biraz uyanık, biraz hayalci temiz kalpli bir esnaf. Bir ‘kaybeden’... Kayınbiraderi İlber’le birlikte çalışıyor. Markalarının adı Şenay Cüccaciye. Filmin hikâyesi de onların başarısız geçen iş hayatlarının bir yerinde şanslarını yurtdışında arama kararıyla başlıyor. İki ortak, Sofya’daki bir bahçe fuarına gidiyorlar.
Ürünlerini tanıtırken bir yanlış anlama sonucu mafyöz Boris Mançov’un ağına düşüyorlar. Edindikleri bu zorlu düşman yüzünden, akıllarından geçmeyecek bir maceranın içinde buluyorlar kendilerini. Boris’in ormanda yakın
Yaşayabilmek, işte memleket dediğin şey budur” diyor Arthur Schintzler, ‘Ölmek’ adlı novellasında. Duyduğum en iyi ‘memleket’ tanımlarından biri... Hal böyle olunca ölmek de memleketten ayrılmak bir nevi. Ki kitabın konusu da bu ayrılıkla ilgili, ölmekle...
‘Ölmek’ 2013’te Dedalus Yayınevi’nden çıktı. O dönem okuma fırsatım olmamıştı. Bu yıl kitap fuarında rastlayınca aldım hemen. 94 sayfayı bitmesin diye dört güne bölerek, ağır ağır, tadını çıkararak okudum. Kitabın yazarı Schintzler, Avusturya’nın edebiyat alanındaki ağır toplarından biri; Freud’un ‘ruh ikizim’ dediği çağdaşı. Tıp eğitimi alan yazar, psikolojiye karşı her zaman büyük ilgi duydu. Bu ilgi yazdıklarının içeriğini de şekillendiriyordu. Bilinçakışı tekniğini Joyce’un ‘Ulysses’inden çok önce 1900 yılında yayımladığı ‘Teğmen Gustl’ adlı kitabında kullandı. ‘Rüya Roman’ adlı novellası Hollywood’un dikkatini çekti, Stanley Kubrick’in yönettiği, başrollerinde Nicole Kidman ve Tom Cruise’un olduğu ‘Eyes Wide Shut / Gözleri Tamamen Kapalı’ filmine uyarlandı.
Freud, büyük hayranlık duyuyordu Schnitzler’e. Ona yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “İzlenimim şu ki, benim başka insanlar üzerinde durmaksızın çalışarak
Elif Süsler adını nisan ayında Sabancı Müzesi’nde düzenlenen ‘Buluşma... Reunion’ sergisinde duydum. Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Programı’ndan yolu geçen öğrencilerin eserlerinden oluşuyordu sergi. Süsler de sergiye ‘Dünyanın En Hüzünlü Şarkısı’ adlı eseriyle katılmıştı. Adını aklımda tutmam gerektiğini, günün birinde daha geniş bir çalışmada onunla yeniden karşılaşacağımı düşündüm. Doğrusu dediğim de oldu. Galeri Apel’de ‘Club Butterfly’ adlı solo sergisi açıldı.
Beş bölümden oluşuyor sergi. İlk bölümde transparan siyah perdeden ikinci bölüme giriş yapıyorsunuz. Girmeden evvel, mor neon ışıklarının aydınlattığı, üzerinde ‘Club Butterfly’ yazılı kaşeyle kolunuzu damgalıyorsunuz. Böylelikle bu kulübün bir üyesi sayılıyorsunuz.
Perdenin gerisindeki alanda SSM’de gördüğümüz ‘Dünyanın En Hüzünlü Şarkısı’ çıkıyor karşımıza. Bu işte üst bedenleri gazetelerden kesilmiş politika ve gündem sayfalarıyla yapılmış, alt bedeni magazin sayfalarındaki güzel kadın bacaklarından oluşan kafaları olmayan figürler, ayaklarından Biryağ tenekelerine ziftlenmiş halde duruyorlar. Dünyanın en hüzünlü şarkısını söyler gibiler. Bir araya gelmesini hiç
Son günlerde sinema gündemini en çok meşgul eden konu, yönetmenliğini Deniz Gamze Ergüven’in yaptığı, iki hafta önce vizyona giren ‘Mustang’ adlı film. Bu yıl Cannes Film Festivali’nin ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümünde gösterilen film, 21. Saraybosna Film Festivali’nde En İyi Film ve tüm kadın oyuncularına ortak verilen En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazandı. Film ekibi ‘Mustang’in Türkiye’nin Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı adayı olması için başvuruda bulundu ama ret cevabı aldı. Bunun üzerine Fransa, Almanya, Türkiye ortak yapımı olan ‘Mustang’ Fransa tarafından Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ına aday gösterildi. Sinema alanındaki meslek örgütlerinden oluşan Türkiye’nin Seçici Kurulu’nun filmi Türkiye’yi doğru yansıtmadığı için seçmediği yolunda kulis haberleri çıktı. Eleştirmenlerin bir bölümü filmi çok oryantalist bulurken, bir bölümü de son derece gerçekçi olduğunu savundu.
‘Mustang’, İnebolu’da amcaları ve babaanneleriyle yaşayan beş yetim/öksüz kız kardeşin başkaldırı hikâyesi. Okulun son günü erkek arkadaşlarıyla birlikte denizde deve güreşi yapmalarıyla başlıyor bu hikâye. ‘Bir gören, duyan’ oluyor ve anneanneye şikâyet ediyor. O günden sonra kızlar ev hapsine
Gıda Tarım ve Hayvancılık eski Bakanı, Ak Parti İstanbul 3. Bölge milletvekili adayı Mehdi Eker için arkadaşları “Tarım Bakanı olmasa en iyi yapacağı bakanlık Kültür ve Turizm Bakanlığı” diyor. Edebiyat üzerine konuştuğumuz Eker, yazdığı bir şiiri Milliyet okurlarıyla paylaştı.
Hangi yazarlar, şairler oluşturdu sizdeki edebiyat damarını?
Aslında ilkokulu bitirdikten sonra başladı edebiyat okumalarım. Rahmetli abim vardı benden 8 yaş büyük. Diyarbakır’da okuyordu. Onun getirdiği kitapları okuyordum. İlk edebiyat okumam Peyami Safa’nın “Yalnızız” romanı. Abim bana dedi ki, “Ya bu sana biraz ağır gelir,” ben ısrar ettim okudum. Tabii zorlandım. Sonra bir daha okudum. Ortaokula başladığımda kütüphaneden bizim Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarını okudum.
‘Birçok yeri romanlarla tanıdım’
Ne hissediyordunuz bunları arka arkaya okurken?
Onlar duygu dünyamı çok zenginleştirdi. Edebiyat bana merhameti öğretti. Sonra edebiyatla medeniyet arasında ilişki kurdum. Edebiyatı olmayanın medeniyeti olmaz. Bütün okuduğum eserler beni çok etkiledi, Dostoyevski de çok etkiledi, Tolstoy ayrı etkiledi, hatta Turgenyev. Paris’i de, İstanbul’u da, Moskova’yı, Petersburg’u da hep romanlar üzerinden tanıdım.
Tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalandığınızı öğrenseniz? Birkaç yıl ömrünüz kaldığını... Bir de yaşınız bu bilginin üstesinden gelemeyecek kadar küçük olsa; 20 bilemedin 21... Ne yaparsınız?
O, dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking, belki de hepimizin sorabileceği soruyu soruyor kendine ilkin: “Böyle bir şey benim başıma nasıl gelir?” Sonra cevabını beklemeksizin, hastanede karşı yatağında yatan bir çocuğu gözlemlemeye başlıyor; onun lösemiden ölüşüne gün gün tanıklık ediyor. Ve kararını veriyor: “Durumu benden kötü olanlar da var; benim hiç değilse içim dışıma çıkmıyor”. O günden sonra ne vakit kendine acıyacak olsa o çocuğu hatırlıyor. Hastalık ilerlerken o durmaksızın Wagner dinliyor. Kendini içkiye vurduğu iddiasını ise külliyen yalanlıyor. Derken hastaneden çıkıyor. Bir süre sonra rüyasında idam edileceğini görüyor. Ve bir karar daha alıyor: “Hayat benden koparılmadan önce yapabileceğim pek çok anlamlı şey olduğunu o zaman idrak ettim. Madem ölecektim, o zaman iyilik yapmalıydım”.
Hayat bu ya... Ölmüyor Hawking, tüm doktorları yanıltarak. Çünkü başına şahane bir şey geliyor. Âşık oluyor. Kendisine ALS teşhisi konduğu sıralarda tanıştığı Jane Wilde adlı kızla
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı siyaset dışı bırakma ittifakının harekete geçtiğini savunan Ak Partili Babuşcu, “Küresel bir kuşatmayla karşı karşıyayız. Biz hasta adamı ayağa kaldırdık, yürüttük ve şimdi koşuyor. Yapılmak istenen Türkiye’yi tökezletip tekrar yatağa mahkûm etmek” dedi
Ak Parti İstanbul Milletvekili Aziz Babuşcu, 1 Kasım’da Türkiye’nin yapacağı tercihin bir siyasal parti tercihinden ziyade bir millet, vatan meselesi olduğunu ifade ederek, “Küresel bir kuşatmayla karşı karşıyayız. 1 Kasım’da ya bu kuşatmayı yarıp yolumuza devam edeceğiz, büyük Türkiye hayalini yakalama konusunda koşmayı sürdüreceğiz ya da Türkiye’ye diz çöktürecekler” görüşünü savundu.
Babuşcu ile siyasi yaşamını ve 1 Kasım seçimlerini ayrıntılarıyla konuştuk. İşte sorularımıza yanıtları:
1964’te Trabzon Akçaabat’ta doğdunuz. Marmara İktisat için mi ilk defa İstanbul’a geldiniz?
İstanbul’a ailecek 1973 yılında, 9 yaşındayken geldik; ilkokul 4 ve 5’i burada okudum. Sonra Küçükköy Gaziosmanpaşa’da Vefa Poyraz Lisesi’ni bitirdim. Oradan Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi. Yani hayatımız İstanbul’da geçti, geçiyor.
Zaman zaman gidiyor musunuz Trabzon’a?
Tabii, sık sık gitmeye çalışıyorum. Çünkü annem