Üniversiteyi bitirip iş hayatına başladığım yıl tanıştım takıntıyla. Hayatımı zindana çeviren, mantığım yardımıyla kovamadığım, yanlış olduğunu bildiğim halde doğruluğuna daha çok inandığım tekrarlayan düşünce ve davranışlardı bunlar. Ah o ocak düğmeleri misal... Onları kontrol etmekten, dönüp bir daha, bir daha etmekten yarım saatten önce çıkamazdım evden. Ütü sonra... Bir diğer nefret objem. Fişten çekildi mi, çekilmedi mi? Hiçbir zaman çekildi demezdi içimdeki ses. Oysa çekilmiş olurdu hep ama ne fayda, gitti bizim bir yarım saat daha... Sol kolum mu uyuşuyor ne? Ya kalp krizi geçiriyorsam, hadiii koş hastaneye, EKG çektir, asık suratlı doktorun biri bu yaşta kalp krizi olmaz diyerek azarlasın... Bir hafta sonra aynı teşhisle aynı hastaneye... Yok bizim kalp taş gibi ama bir de bana anlat bunu. 6 ay süren terapilerin sonunda hepsinden kurtuldum.
Bu yüzden takıntılarla dalga geçilmesini hiç sevmem. Çok canı yanar insanın. Tüm o acı veren tekrarların altında ‘ölüm korkusu’ yatar. Ölmekten korkmaktan, hayatı yaşamaya fırsat bulamaz takıntılı insanlar. Neresi komik olsun bu durumun? Ama öyle değilmiş işte, komik de olabiliyormuş bazen. Takıntılı adamı Ali Sunal oynuyorsa eğer.
Yıl 1981. Ben ve Gamze -en yakın arkadaşım- 10 yaşındayız. Onların evinde oturma odasındaki teybin önüne diz çökmüş yepyeni bir Barış Manço kasedi dinliyoruz: ‘Sözüm Meclisten Dışarı’. İçinde neler yok ki.. ‘Ali Yazar Veli Bozar’, ‘Arkadaşım Eşşek’, ‘Dönence’, ‘Gülpembe’... Sevgilisinin kendisini allayıp pullayıp koynuna almasını söylediği şarkıda mahcup oluyoruz biraz. Ama yine aynı şarkıdan bir erkeğin bir kadın için denizleri kurutabileceğini, rüzgâr olup beline sarılabileceğini, en nihayetinde, canını bile verebileceğini öğreniyoruz. Çok acayip gelse de adam olacak kız çocuklarıyız, Barış Abi’mize inanıyoruz. Kaset bittikçe başa sarıyoruz.
Yazdığı tüm sözleri daha ilk günden ezberimize alıyoruz. Hayal dünyamızda renklerle buluşturuyoruz her birini. Henüz siyah-beyazı bilmiyoruz. Sonraki albümlerinde de devam ediyor bu. Bir bilgenin hayat bilgisine sahip sözleri bembeyaz tuvallerimizde anısını, hikâyesini, deneyimini boyuyor.
Geçtiğimiz günlerde o sözlerin 80 tanesi, 80 sanatçının eserlerine ilham verip dev bir sergiye neden oldu: İstiklal Caddesi’nde bir vakitler okuduğu Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki eski postane binasında açılan ‘Sözler: Barış Manço’ sergisine...
İkinci kadının dramıyla ilgili en vurucu filmlerden biri geçen hafta vizyona girdi. Andrew Haigh’in yönettiği, başrollerini Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’in paylaştığı ‘45 Years/45 Yıl’. Rampling (Kate) ve Courtenay (Geoff), bu filmdeki rolleriyle 2015 Berlin Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldılar. Nasıl almasınlar ki, onlar yaşıyor, biz filmi izleyenler perdedeymişiz, oynuyormuşuz gibi... O kadar sahiciler...
Film, evliliklerinin 45. yılını kutlamaya hazırlanan çiftimiz Geoff ve Kate’in verecekleri davetten bir hafta önce başlıyor. Tatlı bir karı koca... Güzel bir evleri var, birbirlerine saygı ve sevgiyle bağlı oldukları her hallerinden belli. Evet bazı şeyler eskimiş ama onlar eskinin içindeki olgunluğun tadını sürüyor. Alışkanlığın içindeki güvenlik duygusunun... İhtiyar değiller. Yaşlılar. Mutsuz değiller. Huzurlular.
Yıldönümü hazırlıkları sürerken Geoff, hayatlarının akışını değiştirecek bir mektup alıyor. Mektupta Kate ile evlenmeden önceki kız arkadaşı Katya’nın cesedinin İsviçre Alpleri’ndeki buzullar içerisinde bulunduğu yazıyor. 1962’de Geoff’la birlikteyken gerçekleşen kazada ölen Katya’ya ancak ulaşılabilmiş. Katya ile
Orhan Pamuk Nobel’i kazandığından bu yana her yıl sevdiğim bir yazarın ödülü almasını umuyorum. Genelde bu umma halim hayalkırıklığıyla sonuçlanıyor ama olsun, dilemek güzel... Son yıllarda Nobel için favori yazarım Haruki Murakami. Sadece benim değil, dünyanın dört bir yanında kitaplarını okuyan çok geniş bir topluluk için de durum aynı. 2015 Nobel bahislerinde ikinci sırada Murakami. Belli mi olur, bu yıl İsveç Akademisi daimi sekreteri Peter Englund, Murakami’nin adını anons eder. Hadi hayırlısı deyip esas konuya dönersek... Bayram için kendime ayırdığım kitap Murakami’nin Doğan Kitap’tan çıkan uzun öyküsü ‘Uyku’ydu. Okudum, bitirdim, sonra bir daha okudum. 90 sayfalık bir mücevher; bir kadının varoluş sorunu üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biri ‘Uyku’.
Ana kahramanı olan 30 yaşındaki bir kadının ‘Uyuyamıyorum. Tam on yedi gün oldu’ cümlesiyle başlıyor kitap. Bir karabasanla bölünen uykusu ansızın gidiveriyor. Günler, geceler boyu bir damla uyku girmiyor gözüne. İşin tuhafı ne kendini yorgun, bitkin hissediyor ne iştahsız ne de uykulu...
Uykusuzluğa düşmeden önceki hayatı bir dizi tekrardan oluşuyor. Sabahları kocasıyla oğlunu yolcu ettikten sonra, süpermarkete
Eylülün beşinde, tüm sanatseverlerin merakla beklediği 14. İstanbul Bienali başladı. Üstelik tam 36 noktasından şehri selamlayarak; onunla bütünleşip bir olarak. Henüz sadece İstanbul Modern’deki bölümünü gezebildim ki nefes kesiciydi, tamamını görebilmek için 1 Kasım’a kadar vaktim(iz) var.
İstanbul Modern’in en çarpıcı işlerinden birinde Taner Ceylan imzası dikkat çekiyor. Bakanın olduğu yere çakılmasına neden olan bir tablo: Giuseppe Pellizza da Volpedo’nun en bilinen tablosu olan ‘Dördüncü Kuvvet’in Taner Ceylan tarafından yeniden yapılmış hali. Tabloda küçük bir kasabadaki protestocu kalabalık resmedilmiş. Bienalin küratörü ya da kendi ifadesiyle söylersek ‘şekillendiricisi’ Carolyn Christov-Bakargiev halkların direnişini temsil eden bu resmin orijinalini bienale getirmek istemiş ama teknik nedenlerle olmamış. Kendisi sanat dünyasının en etkili ve ünlü isimlerinden biri; öyle kolay vazgeçmesi mümkün değil. Madem o gelmiyor, biz gelenini yaptırırız hesabı işi Türkiye’nin eserleri yüksek fiyatlara satılan sanatçılarından Taner Ceylan’a sipariş etmiş. Hiper-gerçekçi olan Taner Ceylan, tablonun birebir aynısını yapmış. Karşısına da Volpedo’nun bir portresini resmedip asmış.
Hayatından yola çıktı, vardığı yer hep sanat oldu Louise Bourgeois için. Bazen bir heykel, bazen bir yerleştirme, desen, gravür... Kız çocuğu, genç kız, kadın, anne rollerinin bilinçdışındaki karşılıklarını taşıdı sanatına. Her birimizin kendimizle yüzleşmede kullandığımız metotlar farklıdır. Bourgeois’nın metodu ise bizzat sanatının kendisiydi. Ki bu nedenle de ‘itiraf sanatı’ denir onun yaptığına...
1911’de Paris’te dünyaya geldi Louise Bourgeois. Sartre ve Simone de Beauvoir’ın neredeyse günde 9 saat geçirdikleri, isimleriyle özdeşleşmiş Cafe de Flore’un yanındaki binada... “Çocukluğum büyüsünü, gizemini ve dramını hiçbir zaman kaybetmedi. Son 50 senelik işlerimde, tüm konularım, özünü çocukluğumdan aldı!” dediği çocukluğuna damga vuran olay, babasının İngilizce öğretmeni Sadie’yle birlikte olması ve annesinin buna göz yummasıydı. Aldatma teması, korkulu alanlar olarak resmettiği ev içleri hep o yıllardan kalmaydı. Babası sadece yasak aşkıyla değil, kadın olmayı aşağılayan tavrıyla da derin izler bıraktı onda; ileride yine sanatına yansıtacağı. Bourgeois, feminist olduğunu kabul etmese de kendisi üzerinden kadının toplumdaki yerini sorguladı, sanatını kullanarak .
1930’la
Bir adamın bir kadını 40 yıl boyunca sevmeye devam edebileceğine inanılır mı? Başka bir kadınla evlense de, bir oğlu, bir torunu olsa da... Her gün, her yerde, her saatte ona mektuplar yazmaktan hiç vazgeçmeyeceğine... Belki bir gün kavuşurlar umuduyla yaşayabileceğine...
Ben inanırım doğrusu. Hele bunu beyazperdede izliyorsam ve adamı Al Pacino canlandırıyorsa... Geçen hafta gösterime giren “Manglehorn/Hayallerimdeki Kadın” filminden söz ediyorum. David Gordon Green’in yönettiği, Al Pacino’ya Holly Hunter’ın eşlik ettiği.
Manglehorn, etrafı insanlarla dolu ama bu kalabalığın kendisine hiçbir şey ifade etmediği 60 yaşlarında bir çilingir. Onu hayatta tutansa 40 yıl önce yollarını ayırdığı Clara’yla bir araya gelme umudu. Ama öyle neşeli, saf saf bir bekleyiş değil bu. “Canım yanıyor Allah’ın her günü” diyor Manglehorn. Hele de Clara’nın yerini hiç kimsenin dolduramadığını düşündükçe... Pişmanlıksa diz boyu: “Aptalın tekiyim. Bana bir şans vermiştin, ben onu yerle bir ettim”. Mutsuzluk akıyor yüzünden, zift gibi...
Bu arada fazla hayırlı bir evlat olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir oğlu var. Ara sıra buluşup zoraki bir akşam yemeği yiyorlar, sohbetleri kuru mu kuru. Ama torunu Patricia
Terapi odasında neler olur? Gerçekten çocukluğumuzdan başlayarak anlatmak zorunda mıyızdır? Çocukken anne babası tarafından sevilmemiş her çocuk ileride problemli bir yetişkin olmaya aday mıdır? Her meslek grubunda olduğu gibi psikoloğun da iyisi var kötüsü var. İyisinin temel özellikleri nelerdir? Geçmişe takılıp kalmadan kendini akıntıya bırakmak boğulmamızı mı sağlar, kurtulmamızı mı? Yaptığımız yorumların bozuk ya da anlamsız olması hayatımızı nasıl etkiler?
Bütün bu sorulara ve çok daha fazlasına yanıt veren şahane bir kitap çıktı: Psikolog Noam Shpancer’ın yazdığı “İyi Psikolog”. Pegasus Yayınları, Irvin Yalom’un “Günübirlik Hayatlar”ını yayımlayarak insan psikolojisine ilgi duyan okurlarını ihya etmişti bir iki ay önce. Üstüne kısa süre sonra bu kitabı basması türün meraklılarını iyiden iyiye mutlu edecek.
Roman, bir psikoloğun çalıştığı kaygı bozuklukları merkezinde, danışanı Tiffanny ile geçen terapilerine odaklanıyor. Bir diğer katmanı ise psikoloğun üniversitede verdiği “Terapi Prensiplerine Giriş” dersleri üzerinden ilerliyor. Üçüncü boyut da psikoloğun eski sevgilisi Nina ile olan ilişkisi... Terapi odasında, sınıfta ya da Nina’yı düşündüğü saatlerde durmaksızın insan