Konuyu açıklığa kavuşturmakta yarar var: (1) Bizi devam eden bütçe açıkları batırmadı. Bütçe birkaç defa açık verdi. Bu açıkları kapatmak için makul ölçülerde borçlanıldı. Fakat bu borçlara o kadar yüksek faiz ödendi ki, borçlar ödenemez boyuta geldi. (2) Sorun, hükümetlerin gelirin üzerinde harcama yapmaları ile ortaya çıkan ilk bütçe açığı başlattı. Fakat daha sonra bizi bu bütçe açığını kapatmak için alınan borca ödenen yüksek faizler batırdı, batırıyor. (3) İlk bütçe açığının sorumlusu o dönemin hükümetleri idi. Daha sonraki hükümetler hesapsız kitapsız harcama yapmadı. Yapamadı. Bırakınız gelirden çoğunu harcamayı, gelirin bir kısmını eski borcun faizi için ayırdıklarından harcama yapma imkanı bulamadı. (4) İlk bütçe açığından sonra, faiz yükünden ayakta kalamaz duruma düşmemizde yüksek faiz politikasında ısrar eden Merkez Bankası ile Hazine'nin sorumluluğu vardır. (5) İlk bütçe açığını verenlerden sonra iktidara gelen politikacıların suçu, yüksek faizde ısrar eden bürokrasiye teslim olmalarıdır.
Tartışmayı Ege Cansen başlattı, ben rakam vererek sürdüreceğim.
Bizim 1985 yılında iç borç stokumuz 12.1 milyar dolardı. 1994 yılında 20.4 milyar dolardı. Bizim hükümetlerimiz 1994 yılından bu yana gelirlerinden azını kullanıyor. Gelirlerinden fazlasını harcayamıyor. Ama bütçeler her yıl faiz kadar açık veriyor. Bütçelerin açık vermesinin tek nedeni yüksek faiz. Yüksek faiz nedeniyle iç borç stoku devamlı büyüyor. Faiz yükü azalmıyor artıyor.
Bütçe harcamalarının 1994 yılında yüzde 33.1'i faiz harcaması idi. Toplam harcamaların 1996 yılında yüzde 37.8'i, 1998 yılında yüzde 39.6'sı, 2000 yılında yüzde 43.8'i, 2001 yılında yüzde 51.0'ı faize gitti.
2002 yılında faiz toplam bütçe harcamalarının yüzde 44.8'ini yuttu. 2003 ve 2004 yılında yüzde 41'ini yutacak.
Bu bir rezalettir. Bu borç idaresinde "başarı" değil, "başarısızlıktır".
Yüksek faiz demek, enflasyonun çok üzerinde faiz demektir.
Ege Cansen yüksek faizin ne olduğunu şöyle anlatıyor: "Dünya ülkeleri reel olarak (enflasyondan arındırılmış olarak) yüzde 4 dolayında faiz öderken, Türkiye yıllarca ortalama olarak bunun 10 puan üzerinde (yüzde 15 dolayında) reel faiz ödedi. Ödenmesi gereken faiz oranının yüzde 10 üzerinde faiz ödemek bizim borçları katlıyor. Çünkü yüzde 10 faiz farkı, birikimli olarak 14 yılda borcun anaparasını 4'e katlar..." (Bizim 1990 yılında iç borcumuz 19.5 milyar dolar idi... Ege Cansen'in hesabıyla yüzde 10 ortalama reel faiz nedeniyle bu borç 14 yılda 80 milyar oldu... Ekleyiniz buna batan bankaların faturası ile son zamanlardaki yüzde 35'e tırmanan reel faizi... İşte size 129.8 milyar dolarlık iç borç stoku!..)
Sayın okuyucularım, Merkez Bankası ve Hazine bürokrasisi 1999 yılında iç borçlar için yüzde 35.2 oranında, 2001 yılında yüzde 35.5 oranında, 2002 yılında yüzde 22.5 oranında, bu yılın nisanına kadar yüzde 25 dolayında reel faiz ödedi. Onlar ödemedi... Halka ödetti... Ödetiyor...
Yüksek reel faiz politikasını bürokrasi uygularken politikacıların seyirci kalmasının nedeni "aba altından gösterilen sopa" ve de politikacının konuya yabancı olması nedeniyle korkmasıdır.
Bürokrasi hükümetleri devamlı korkutur: "Yüksek faiz politikasından vazgeçilir ise, talebin patlayacağını, enflasyonun aşağıya çekilemeyeceğini, dövize hücum olacağını" söyler. Politikacı da bunları dinleyince "korkar"... "Ne yapacaksanız yapın... Aman ortalık karışmasın..." diyerek köşesine çekilir.
Ama, "yüksek faizi savunanlar ve uygulayanlar" (yıllar boyu devam eden) yüksek faizin faturasından hiç söz etmez. Yüksek faiz üretimi caydırır. İstihdamı küçültür. Gelir ve servet dağılımını rezil eder. Uzun süre hiçbir ülkede uygulanmamıştır.
Tablo ile ilgili açıklama: "İç borç faizi milli gelirden giderek daha fazla pay aldı" demek, "milli gelirin daha büyük kısmı faizcilerin cebine girdi" demektir.
Örnek: 2002 yılında milli geliri paylaşan 70 milyon insanımız, ellerine geçen 100 liranın 17 lirasını faiz ödemesi için devlete teslim etti. Devlet herkesten 17 liraları topladı. Sonra da bunu götürüp, 500 bin, (bilemedik) 1 milyon faizcinin cebine koydu.