ABD Başkanı Donald Trump, ne kadar rahat görünse de azil davasının sonucundan yüzde 100 emin olamayacağı için içeride, dışarıda ne kadar yılan bulsa sarılıyor! Sarıldığı en büyük yılan da -teşbihte hata olmaz- İsrail’in bir türlü seçim kazanamayan başbakanı Benyamin Netanyahu. ABD’deki Musevi lobisi için Netanyahu veya Mavi Beyaz Partisi lideri Benny Gantz fark etmez; yeter ki ABD bir şekilde İsrail’i desteklemeye devam ettiğini göstersin.
Trump, önce, Aralık 2017’de Kudüs’ün tamamını İsrail’e ait saydığını ve başkent olarak tanıdığını açıkladı. Osmanlı topraklarının paylaştırılmasını düzenleyen (bizim reddettiğimiz) 1920 Sevr Antlaşması ve ardından Musevilerin Kudüs’e saldırısı üzerine alınan BM kararı, kentin statüsünü açık bırakmıştı. Türkiye’nin de katıldığı 1923 Lozan Konferansı (bizim Lozan anlaşmamız değil) Kudüs’ün, İsrail’in değil Arapların başkenti olduğunu kabul etmişti.
ABD de bu kararı 93 yıl tanıdı, kabul etti.
Ta Trump bu kararı kaldırıncaya kadar! O zamanki bakan
Geçenlerde, kelleyi koltuğa alıp, “Azledemeyecek” dedim; şimdi de ısrar ediyorum: Senato’da yargılama bile olmayacak. Sebep? Çünkü iddialar tutarlı değil. İddialar siyasal bir kararın faturasını göze almaya değecek nitelikte değil.
Bunu dedikten sonra eklemek lazım muhtemelen: Ben şahsen Trump’a oy vermezdim. Hiç ama hiç vermezdim. Çünkü şahıs dengeli değil. Gazeteciler değil, 37 psikolog, psikiyatr ve nörolog 384 sayfa kitapta söylüyor bunu; her baskıda katkıda bulunan doktor ve sayfa sayısı artıyor. Ama bir de siyasal gerçek var: ABD seçmeni, kendi oyuyla getirdiği başkanın görevden alınmasını affedebilmek için hukuken değil siyaseten geçerli sebep ister. Siz senatör olarak Trump’ı azil için oy verirken kendi seçmeninizin size bir dahaki seçimde nasıl oy vereceğini düşünmek zorundasınız.
Ortada Watergate türü bir siyasal skandal var deniyor ki 1974’de ABD’deki skandalları ve Başkan Nixon’ın azilden kurtulmak için istifa ettiğini hatırlayanlar kaldı ise bileceklerdir ki o
Sanırsınız ki Türkiye bir kedi yavrusu ve onu Rusya’ya kaptırmak veya kaptırmamak gibi bir meselesi var “Hür Dünya”nın.
“Hür Dünya” sözünü genç okuyucuların anımsaması zordur. Bu terimin anlamı, ABD ve İngiltere’nin, peşlerine taktıkları, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında, attıkları sadakalara (ki resmi adı “Marshall Yardımı” idi) karşılık sadakatlerini satın aldıkları Fransa ve Almanya’nın karşısında bulunan Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’ndaki zoraki müttefiklerinin özgür olmadıkları idi. Bu dünya, şimdi el birliği etmiş biçimde, Türkiye’yi bir tarihte elinden kurtardıkları (!) Sovyetler’in yerini alan Rusya’ya kaptırmamak için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün Başkan Trump ile ikili görüşmesine rengini kattığını tahmin etmek kolay olan ikinci mektup, Trump’ın şizofrenik dış siyasetinin Türkiye’yi Rusya’ya kaptırmamak için izlediği bir sopa, bir peynir boyutudur. Önce ikinci mektubun geldiğini basına
Meslek hayatında henüz yapılmamış bir meclis oylamasının sonucuna ilişkin, tahmine dayalı başlık atmanın ne çok kellenin uçmasına sebep olduğunu görmüş bir kişi olmakla birlikte, ABD Senatosu’nda siyasal çarkları Trump aleyhine çevirmenin imkânı olmadığı kanısını ifade ediyorum: Trump seçime kadar yerinde kalacak; seçimden sonra da daha dört yıl orada oturacak. Bu o kadar da büyük bir iddia değil. Neden?
Temsilciler Meclisi “Azil davasının maddeleri” denen, bir savcının iddianamesindeki ithamlara benzeyen metinleri açıklamaya başladı. Bu maddeler o kadar ağır, o kadar dünyayı sarsan şeyler olmalıydı ki, Senato’da Cumhuriyetçi çoğunluğu sağlayan 8 kişinin fikrini değiştirmesini ve kendi partisinin başkanını alaşağı etmesini sağlamalıydı. Bir ülkenin kolunu büküp, ona yapılacak askeri yardımı vermeyerek, kendisine siyasal kazanç sağlamaya çalışmak elbette, ABD’de de önemlidir. Ama bu işin bir “aması” var.
Bu siyasal şantaj gerçekten ciddi olabilirdi, eğer söz konusu ülke Ukrayna olmasaydı!
ABD, yakın zamana (Neo- Con’ların diliyle söylersek, “Türkiye’nin İslamcılıktan vazgeçip tekrar saygıdeğer NATO müttefikimiz olması imkânı kalmadığı” kanısı derin ABD devletinde oluşuncaya) kadar, Ermeni tasarısı geldiğinde, PKK terörü söz konusu olduğunda, “Aman müttefikimizi kırmayalım” tutumuna sarılırdı.
Ne zaman ki Türkiye’nin tekrar ABD’nin uydusu haline getirilebileceğinden umut kalmadı, o andan sonra, gerek Ermeni tasarısı, gerek “Kürt kartı” ABD’nin Türkiye ile ilişkilerde meşru hale geldi. Trump’ın ahmaklığı da bu siyasetin üzerine keyfilik ve ölçüsüzlük boyutunu ekleyince, Türkiye açısından ABD ile ilişkileri yönetmek gerçekten güç hale geldi.
ABD, yakın zamana (Neo- Con’ların diliyle söylersek, “Türkiye’nin İslamcılıktan vazgeçip tekrar saygıdeğer NATO müttefikimiz olması imkânı kalmadığı” kanısı derin ABD devletinde oluşuncaya) kadar, Ermeni tasarısı geldiğinde, PKK terörü söz konusu olduğunda,
Üstat Güneri Cıvaoğlu’nun 2 Kasım 2019 tarihli “Kamışlı ‘kök’tü” başlıklı yazısını okuduğunuzda, İngiltere ile Fransa arasında 1916 tarihinde varılan Skyes-Picot Anlaşması ile çizilmiş olan bugünkü Orta Doğu haritasının ABD tarafından nasıl düzeltildiğini ve bu tashih işleminde yerel şartların ne yönde ve nasıl etkili olduğunu görüyorsunuz.
Aslında Irak’ı Fransa’ya, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü İngiltere’ye veren bu anlaşma, bölgede petrolün varlığını gizlice keşfeden İngiltere’nin Fransa’ya attığı muhteşem kazıkla daha uygulanmadan “düzeltilmiş” idi. Şöyle ki: İngiltere, bölgede bir Yahudi devleti kurulması ve petrolden pay verilmesi halinde ABD’nin burnunu Orta Doğu’ya sokacağını tahmin ettiği ABD’yi oyuna dâhil etti.
Nitekim ABD bölgeye balıklama atladı: hem petrol hem de bir Yahudi devletinin hamiliği Cumhuriyetçi Parti’ye uzun yıllar iktidarda kalma kapısını açıyordu. Öyle de oldu; Kennedy ve Carter gibi kişisel karizması ile seçim kazananları
ABD’de ne kadar think-tank, ne kadar sözde bağımsız araştırma kurumu varsa, belki bir ya da iki kişi hariç, hepsinin sözümona uzmanları, söz birliği etmişçesine Türkiye-DAEŞ ilişkisine dair yalan üstüne yalan haber ve yanlış yorum yayıyor. Bunların bir kısmını bu sütunlarda ismen zikrettik. Belki utanırlar ve vicdanlarının sesini dinlerler diye, içlerinde yakın zamana kadar Türk hükümetinin veya Türkiye kaynaklı vakıfların bordrosunda bulunanların da adlarını verdik.
Ama hiçbir faydası olmuyor. İşi o kadar yalan haber üretmeye kadar götürdüler ki PKK/PYD’nin, yeni adıyla SDG’nin basın açıklamalarında “bilgileri” okuyucularına ve raporlarını sattıkları üniversite ve kamu kurumlarına aynen aktaranları oldu. “SDG’nin açıklamasına göre” imiş... DAEŞ’in 9’uncu ve sonuncu kez öldürülmüş olan lideri Ebubekir el Bağdadi’nin öldürülmesinde Türkiye’nin iş birliği yokmuş... Hatta ABD makamları bu operasyonu -sızdırmasınlar diye- Türk tarafına
Sözlükler “irredenta” kelimesini, tarihsel ve etnisite itibariyle “bir ülkeye ait iken başka ülkenin siyasal kontrolüne geçmiş arazi” diye tanımlıyor. Ancak zaman içinde kullanılışı dikkate alınırsa, sırf bir toprağın bu tanıma uygun olması yetmiyor, “Filanca ülkenin falanca ülkede irredenta’sı var” demek için. Bir ülkenin “irredentist” eğilimleri, projeleri olduğunu söylemek için, toprağını kaptırmış ülkenin bu toprakları geri almak için sadece orada burada bir iki fikir beyan etmesi yetmiyor; ülkede bu yönde bir ideoloji oluşması şart.
İdeoloji, kültür gibi, ama ondan öte, ayakları gerçekte değil hayallerde bulunan, bugünü idare etme, geleceğe yön verme konusunda fikirler birikimi ise, irredendist tasavvurların, gelecek telakkilerinin masallara, romanlara, şarkılara-türkülere geçmiş olması gerekir.
Bush, Obama ve Trump (kendisi değilse bile bugüne kadar atadığı ve kovduğu üç savunma bakanı ve üç ulusal güvenlik uzmanı) Türkiye’nin Suriye