İnanılmaz olanı, Türkiye’nin 67 yıldır müttefiki olan, içimizi dışımızı, gizlimizi aşikârımızı bilen, bilmesi gereken ABD’nin, “Türkiye Osmanlı topraklarına tekrar girerse, bir daha çıkmaz!” hükmüyle, bizi DAEŞ’le savaşa ortak etmeyip de resmen kendi kayıtlarında terörist olarak kayıtlı bir örgütle iş birliği yapmasıydı. İşte her şey bu noktadan sonra bozuk gitmeye başladı. “DAEŞ’le savaşıyoruz. Ama bizim ortaklarımıza dokunmayın” diye, PKK/PYD/YPG’nin her seferinde önüne dikilen Amerikan askerleri, sonunda bir deli başkanın bir kriz anında verdiği kararla (belli ki istemeyerek) şimdi Suriye’yi tümden terk ediyorlar. Yıktıklarını, yok ettiklerini geride öylece bırakarak.
Buna karşılık, babasının kucak açtığı PKK’ya, PYD olarak örgütlenme ve YPG olarak silahlanma imkânı veren Beşar Esad, şimdi aynı PKK’nın kefenini-tabutunu hazırlıyor. Üstelik, ABD tarafından terk edildikten sonra, kapısına gelip, önünde diz çöküp, ayaklarına kapanan PYD’nin kul köle olma tekliflerini
ABD başkanı Obama, Irak’ta yürüttükleri DAEŞ ile mücadele programını Suriye’ye yaymaya Eylül 2014’te karar verdi. Obama, o tarihten bir yıl önce, uzaktan seyrettiği Suriye’de Beşar Esad’ın kimyasal silah kullandığı iddiası üzerine giriştiği bir iki saldırıdan sonra milyonlarca Suriyeliyi Beşar Esad’ın varil bombaları ile baş başa bırakmıştı. Türkiye, hatırlarsınız, “Kimyasal silahla öldürülen kurban da bomba ile öldürülen kurban değil mi?” diye soruyor ve ABD’yi bir türlü Suriye halkının imdadına koşmaya ikna edemiyordu.
DAEŞ denen (Irak diktatörü Saddam Hüseyin ABD tarafından öldürülünce boşta kalan subayları tarafından) El Kaide ve Taliban eskilerinden oluşan kanlı örgüt hala anlaşılamayan bir beceri ile Irak’ın yarısını işgal etmiş, Suriye’ye doğru genişliyordu. En azından bu örgütle mücadele, ABD’nin Suriye halkının kaderine bigâne kalmayacağı anlamına geliyordu. Bu mücadele Türkiye’ye de Beşar Esad’ın katliamını durdurmak için
Tarihte hiçbir ülke, 10 gündür ABD’den gelen mesajlar kadar tutarsız, diplomatik beceriksizlikle ve kararsızlıkla yoğrulmuş mesaj üretemedi! Başkanı ayrı telden çalıyor, bakanları ayrı telden. “Azil davasında seni desteklemem, ha!” diyen senatörlerin tehditleri bir gün etkili oluyor, bir gün etkisiz. Trump bir gün “Bırakın Türklerle PYD çatışsın, Türklerin sınırlarını koruma hakkı var” diyor; ertesi gün “Türkiye Suriye’den çekilsin” diyor. Ancak Trump en azından tutarlı bir çelişki sergiliyor: Bir gün Türkiye’ye karşı çıkıyorsa, ertesi gün Türkiye’yi destekliyor.
İnternet arama motorlarında henüz bakan olarak adı geçmeyen, üç yıl öncesine kadar Amerikan ordusuna Patriot füzelerini satan Raytheon firmasının satış mümessili, Kongre’de hâlâ lobici olarak kaydı bulunan Savunma Bakanı Mark Esper bu kargaşaya tuz biber ekerek, telafisi imkânsız laflar etti.
“Türkiye’nin tek taraflı eylemi sorumsuz ve düşüncesizce”
Barış Pınarı Harekâtı’nın ilk gününden beri, ABD’den Avrupa’ya, Hindistan’dan Afrika’ya bir “Kürtlere karşı operasyon”, bir “Yerinden edilen Kürt halkı” anlatısı sürüp gidiyor. Yeni iletişim yapılanması, başındaki Prof. Fahrettin Altun’dan, geleneksel ve yeni medya sorumlularına kadar tümüyle bu kasıtlı kampanya ile başa çıkmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Televizyon teknolojisi cephedeki savaşları oturma odalarımızda icra edilir hale getirmişti; şimdi Internet tabanlı iletişim, bu savaşı bilgisayarlara, cep telefonlarına taşıdı.
Tırnakları ojeli, dudakları boyalı ve başına örttüğü eğreti yemeni ile rol yaptığı aşikâr genç bir kadın, elinde adeta oyuncak bebek gibi salladığı bir çocuğu kameralara uzatıyor ve bağırıyor: “Bu bebeği roketlerle öldürürken acımadınız mı?” Lakin afacan bebek öldürülmüş ve acınacak bir tarafı olmadığı için muzip bir edayla kameraya bakıyor, kafasını bir sağa bir sola çeviriyor. Tamam, bu ve benzeri senaryolu yeni medya çabaları
Trump çekilme kararı aldı; yolu Türkiye’ye açtı ve askerimiz Suriye’ye girdi, ama ABD toptan geri çekilmiyor. Trump “Bizim için bu anlamsız savaş sona erdi” diye sosyal medyada tepiniyor ama görünen 32 kilometreye 400 kilometrelik alanda Türkiye’nin karşısına ABD askeri çıkmayacak, o kadar.
İnsan aşırı sağcı, halk dalkavuğu ve ilkesiz olunca ve daha da önemlisi uluslararası siyasetten hiç anlamayınca, iki şey oluyor: 1. Bürokratlarının elinde oyuncak oluyorsun; sık sık fikir değiştiriyorsun. 2. Teşbihlerin ve mecazların edebe aykırı oluyor, bir kırdığını kurtarayım derken, başka şeyi batırıyorsun. Hele bir de başın ABD Başkanlığı’ndan azledilmek gibi bir belada ise!
Ne var ki Trump’ın bu kalitesizliğinin olumlu sonuçları da olmuyor değil. Başkan Erdoğan’ın son derece ustaca bir üslupla ortaya attığı, “Emir veriyor ama etrafındakiler emirlerini dinlemiyor” mealindeki sözü sabah brifingi dosyasında “Kim bilge başkanımız için ne dedi?” başlıklı istihbarat raporunun ta tepesinde yer alınca, kıyameti koparıp, 50
New York eski belediye başkanı Rudy Giuliani kadar iktidar hırsı olan bir İtalyan siyasetçi görülmemiştir dersek, abartmış olmayız. New Yorker dergisi, Trump’ın azil sürecinin başlatılmasına sebep olan Ukrayna kepazeliği açılmadan önceki bir yayınında Giuliani’yi tek kişilik yıkım ekibi diye nitelemişti. Politico dergisi de Giuliani’nin şimdi Trump’a yardım kisvesi altında Biden’ı mahvetmeye çalıştığını yazıyor.
Biden, Obama’nın beyaz Amerikalıların oyunu alabilmek için son kertede başkan yardımcısı adayı göstermeye razı olduğu bir siyasetçiydi. Kendine ait hiçbir davası ve ilkesi olmadı. Gafları, ailesinin bölünmüşlüğü ve skandalları ile Obama’ya ciddi bir yük getiremezdi. Biden Başkan yardımcısı olarak sekiz yıl öyle gariplikler yaptı ki bir noktada Obama, ona yöneltilen eleştirilere cevap vermekten bıktığını “Joe’ya dokunmayın. Bırakın Bidenlığını yapadursun!” diye ifade etmişti. Bu Biden şu anda Demokrat Parti’nin Trump’ın karşısına çıkacak adayı gibi görünüyor.
Biden’ın
İran meclis başkanı, Suudi Arabistan’ın görüşme çağrısını ciddiye aldı ve bu görüşmelerde birçok meselenin halledileceğini söyledi. İran’da kimse ruhani lider Ali Hamaney onaylamadan açıklama yapamaz; liderle görüşen, onu ikna ederek, konuşma izni alan belli ki Meclis Başkanı Ali Laricani’dir. Kendisini kutlamak gerekir.
ABD’nin İsrail’in güvenliğini sağlama siyasetinin bir ayağı Irak ve Suriye’de sözüm ona Kürt devleti kurdurmak ise, diğer ayağı, İran’ı yerle yeksan etmektir. Hatta “Kürt devleti” senaryosunun temel hedefi İran’a saldıracak kiralık ordu misali bir kiralık hükümete sahip olmaktır.
Ürdün Kralı Abdullah’ın 2005’te taktığı isimle Şii Hilali operasyonu ile İran, Yemen’den Lübnan’a, tüm Ortadoğu’da Müslüman halkı mezhepsel bölünmeye tabi tutmaya başladı. Amaç ne olursa olsun zaten şu veya bu siyasetten dolayı birbirine silah çeken, yok eden bu halkları, mezhep-meşrep davasıyla birbirine düşürecek bir tutum kimsenin hayrına
Hafta sonu İstanbul’da Suriye konulu iki “uluslararası” konferans yapıldı. Birincisi, muhalefet partisi CHP’nin toplantısıydı; konuşmacılar arasında birçok ülkeden insanlar vardı ama Suriye’de onurlu ve kalıcı bir barış ile birlikte, tarihsel hataların düzeltilmesini isteyen Arap ve Türkmenlerin görüşleri ifade imkânı bulamadı.
CHP konferansının açılışında muhalefette olmasına rağmen partisinin ülkenin dışişleriyle de yakından ilgili olduğunu göstermeyi amaçlayan uzun bir konuşma yapan CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye konusuna yaklaşımlarını sadece bir ilke üzerine bina ettiklerini ortaya koydu; kendi kelimeleriyle, “Silahlı müdahaleler bakımından uluslararası meşruiyetin tek kaynağı hâlâ Birleşmiş Milletler Güvenli Konseyi’nin kararlarıdır” dedi. Sn. Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri konferansın ana teması olan “Suriye’de Barışa Açılan Kapı” fikrinin çok yanlış bir yere açıldığını gösteriyor.
Konferansta kendi görüşlerini ifade imkânı bulamayan ve Suriye