Suudi Veliahdı Muhammed bin Selman (MbS), boyunca battığı Kaşıkçı cinayetinden hiç de etkilenmişe benzemiyor. İhtirası ve hevesi gözünü o kadar bürümüş olmalı ki ABD’den AB’ye, Türkiye’den Çin’e uluslararası toplum, akla gelebilecek bütün medya kuruluşları, STK’lar, gazeteci dernekleri kendisinden açıklama beklerken, o Katar ve İran düşmanlığıyla, ABD-İsrail dostluğuna bina ettiği dış politikasını sürdürüyor.
Bu politikanın son kurbanı Pakistan olacak gibi görünüyor.
Biraz geriye gidersek, Pakistan’ın ne İran-ABD çekişmesinde, ne Suud-Katar ihtilafında taraf olmadığını görebiliriz. Pakistan’da (eski Türkiye gibi) sivil siyaset üzerindeki asker kökenli vesayetin temsilcisi olan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Orgeneral Kamar Cavid Bacva, son üç başbakanı da bu tarafsızlık siyasetine ikna etmişti. Navaz Şerif ve Şahit Hakan Abbasi gibi, İmran Han da başbakanlık görevine geldikten sonra yaptığı ilk açıklamada, komşu İran’ı ve ekonomik olarak desteğine muhtaç oldukları Körfez ülkelerini “üzmemek” için, Suudların bütün baskılarına rağmen, örneğin Yemen’de İran’ın desteklediği Şii Husilere karşı sözüm ona Sünni ittifakına katılmama kararını tekrar etti. İmran Han daha da ileri giderek bir
George W. Bush’un türlü hilelerle kazandığı bilinen seçimlerden sekiz ay sonra vuku bulan 11 Eylül saldırılarına ABD’nin cevabı, Afganistan’ı işgal etmek oldu. Bush ve avenesi ortaya Terörizme Karşı Küresel Savaş adıyla bilinen bir doktrin attı. Bugün hala Amerikan Irak ve Suriye’deki işgal kuvvetleri ile Dışişleri ve Savunma bakanlıklarının üst yönetimlerine hâkim olan zihniyet budur. Arkasındaki dünyanın en büyük ekonomisi ve devasa askerî güçten başka hukukî hiçbir dayanağı olmayan bu doktrine göre, kendisine savaş ilan eden bir terör grubunun bulunduğu ülkede hükumet etkili mücadele etmiyorsa ABD’nin o ülkeyi işgal etme ve hükumeti değiştirme hakkı vardır.
2001 yılından beri Afganistan’da ABD askeri var. O günden beri farklı başkanlar gelip gittiği, bunlardan bir kısmı Afganistan’dan (bu arada Irak ve Suriye’den) çekilme sözü vererek seçildikleri halde, Afganistan’daki ABD birliklerinin sayısı azaldı, arttı, tekrar azaldı; ama hiçbir zaman, bu kuvvet geri çekilmedi. Afganistan, önce ABD’nin atadığı bir “özel vali” ile idare edildi. Bakanlar kuruluna, uzun yıllar önce Sovyet işgalinden kaçarak ABD’ye sığınmış kişiler üye olarak gönderildi. Bu işgale karşı önce İngiltere ile
Amerikalı genç bir öğrenci, Lara El Kasım, yüksek lisans çalışmalarına İsrail’de Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nde devam etmek ister ve okuldan gerekli kabulleri alır. Bu belgeleri göstererek, İsrail’e öğrenci vizesini temin eder. Florida Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler okumuş olan 22 yaşındaki Lara, okulundaki Filistinliler İçin Adalet isimli öğrenci kulübünün de üyesiymiş.
Dünyanın her tarafındaki benzerleri gibi, bu kulübün Filistinlilerin topraklarının elinden alınmasını anmak amacıyla sergiler açtığı ve büyük yatırımcıları İsrail’i boykota çağıran bildiriler dağıttığı bilinir. Ancak Lara bu etkinliğe ne kadar katılmış, kulüp faaliyetlerinde ne kadar etkin olmuş, bilinmiyor. Bilinse de konu bu değil ve olmamalı.
Fakat geçtiğimiz pazartesi ilk derse katılmak üzere İsrail’e gelen Lara’yı uçaktan indiğinde bekleyen polis, onu gözaltına aldı ve İsrail’e giremeyeceğini bildirerek, sınır dışı etmek üzere hazırlıklara başladı.
Andrew Brunson için seferber olan ABD büyükelçilikleri, konsoloslukları, başkan ve başkan yardımcıları, bu kepazelik konusunda kıllarını kıpırdatmadılar. İsrail vatandaşı Filistinli ve Musevi hukukçular genç kız adına, İsrail mahkemesine başvurdular ve polisin
Rusya dışişleri bakanına Anglosakson deyimi ile hitap etmek doğru mu, bilmem. Ama kendisine “Akşam yemeğinden sonra günaydın!” demek şart.
Başkan Erdoğan’ın ABD’nin Suriye’de ülkeyi bölmeyi amaçlayan bir siyaset izlediği ve bunun için bir “terör ordusu” kurduğu uyarısında bulunduğunda tarih 15 Ocak’tı. Türkiye bu terör ordusunun, sınırları boyuna yerleşmesini önlemek için hep tek başına hareket etmek zorunda kaldı. Putin, başka alanlarda gösterdiği kıvrak zekâ ve acil hareket becerisini, Suriye’deki üslerini elden kaçırmamak için olacak, katil Beşar konusunda göstermedi. Hatta diyebiliriz ki, Münbiç’in PKK teröristlerinin eline geçmesine, Amerika kadar, Rus birliklerinin Fırat Kalkanı harekâtını gerçekleştiren Türk birliklerin yollarını keserek güneydoğuya dönmesini engellemesi de sebep oldu. Türkiye, o tarihte Cenevre Süreci’nin çıkmaza girdiğini görmüş, Beşar Esad’ın patronu olan Rusya ve İran çatışmaları durdurmak için bir araya gelmesi projesi üzerinde çalışıyordu; ehemi mühime tercih etmek zorunda idi.
Astana süreci oluştu ve İran’ın sabotajlarına, Rusya’nın at gözlüklerine rağmen, Suriye Barış Görüşmelerine iki yıl öncesine oranla çok yaklaşmış oldu. Oldu ama bu arada, ABD’nin
Arap gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın kaçırıldığı, öldürüldüğü, Suudi Arabistan’a veya Birleşik Arap Emirlikleri’ne götürüldüğü ve orada tutulduğu iddiaları bu haftanın en “juicy” haberi oldu. “Sulu” dediğime bakarak konuyu hafife aldığımı sanmayın. Haberin içindeki dedikodu bileşeninin yüksek oranına işaret ediyorum. Kimler devreye girmedi ki... Sadece Ortadoğu hakkındaki en cahilce yorumların mimarlarından New York Times yazarı Thomas Friedman’ın feryat ve figanı tek başına konuyu sulandırmaya yeter de artar! Üstadın 3.500 Filistinlinin İsrail’in Lübnan’da kurduğu Hıristiyan Milisler tarafından Sabra ve Şatilla kamplarında 24 saatten az zamanda katledildiği 1982’den bu yana istikrarlı olduğu tek konunun, İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek olduğunu hatırlamak bile konunun ne kadar karmaşık olduğunu anlamaya yeter.
Bu arada, kraliyetin siyasetine hemen hemen hiçbir konuda eleştiri yöneltmemekle birlikte, veliaht prens Muhammed bin Salman’ın (MbS) demeçlerindeki tutarsızlıklara işaret ettiği yazılarıyla hatıra gelen Cemal Kaşıkçı’nın Friedman’ın “gizli kaynağı” olduğunu bu vesileyle öğreniyoruz.
Konuya bir ciddiyet getirmeye çalışan birçok yazar ve dış politika gözlemcisi,
Kendisi batacak ama daha kötüsü, savaş sona erse bile ABD’nin bataklığa çevirdiği Suriye uzun yıllar huzur ve sükûn bulamayacak. Derin ABD devleti ile, popülist siyasetin uzlaştığı nadir alanlardan birisi olarak Suriye, Trump’ın değil, NeoCon’ların çizdiği yoldan felakete doğru gidiyor.
Örneğin Münbiç: Trump’ın iki ayrı dışişleri bakanı ile yapılmış, üzerinde Dışişleri ve istihbarat komisyonlarının aylarca çalıştığı Münbiç yol haritası konusunda durum karışık. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, NATO toplantısında “İstediğimiz yolu alamadık” derken ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Joseph Votel, “Olmamız gereken noktadayız” karşılığını veriyor.
ABD ile sözde Münbiç mutabakatının ilk tarihi 4 Haziran. Bakanlar düzeyinde alınan karara göre kentteki PKK-PYD-YPG teröristleri 90 gün içinde ayrılacaklardı. Daha sonra, iki ülke güvenlik güçlerinin, YPG’den temizlenen bölgelere başka silahlı grupların sızmaması için ortak devriye faaliyetinde bulunması bu mutabakata eklendi. Devriye birliklerinden gelen raporlar merkezlerde ayrı ayrı değerlendirildi. ABD’nin “devriye oyalaması” YPG’li teröristlere yaradı ve bunlar 2015 Aralık ayında Türkiye’de PKK teröristlerinin yaptığını yaparak ABD’nin verdiği
Çin, şu anda dünyanın 1 numaralı ekonomisi. Ekonomik güç olarak, yatırım-kârlılık, cari harcamalar, ithalat-ihracat dengesi olarak ABD’yi, bir ekonomik blok olarak NAFTA ve AB ülkelerini çoktan geride bıraktı.
Fakat Çin’de hâlâ bu pastadan pay almak isteyen yabancı bankalara izin verilmiyor. Çin’de ekonomiyi idare eden, Batı yatırım bankacılığının dilini çok iyi konuşan bankacılar bulabilirsiniz, ama gidip kendi bankanızı kuramazsınız. Zaten Çin parasının değeri bir merkezden belirlendiği sürece, akla başında hiçbir kapitalist bankası, gidip de böyle bir kumar oynamaz. Yuanın değerinin serbest piyasada inip çıkması, bir siyasetçinin bunu belirlemesinden daha istikrarlıdır; çünkü siyasetçi, ülke parasının değerini belirlerken ne kadar serbest piyasaya göre realist kararlar da alsa, sonuçta siyasetçidir. Siyaset kararları ise serbest piyasaya göre daima daha az öngörülebilir niteliktedir.
Çin, parasının serbest piyasada değerini bulması sistemine geçtiği takdirde ki bunun adı ülkeyi finans-kapitale açmak olur, dünyanın en canlı finans sistemine de sahip olacaktır. Çin Komünist Partisi’nin Mao’dan sonra en uzun süreli lideri olan Deng Xiaoping, işbaşına geldikten sonra iki yıl içinde
Cumhurbaşkanının nasıl geçeceğine dair farklı beklentilerimiz olan BM programı ve Almanya’ya uzunca bir aradan sonra yapılan devlet ziyareti gibi önemli olaylara tanık olan geçen hafta dikkatlerden kaçan bir gelişme oldu. AB’nin üç büyük üyesi, Almanya, İngiltere ve Fransa, Çin ve Rusya ile, ABD ambargosunu dinlemeyerek İran’la yapacakları ticareti, ABD’den gizlemek için yeni bir para transfer sisteminde anlaştılar. Çin bu yeni yöntemi sadece İran ile değil Rusya ve Türkiye ile ticaretinde de kullanacağını açıkladı. Rusya, yeni sistemin ABD’yi dışarıdan bırakacak yeni bir ticaret ve ödeme ağı olacağını bildirdi.
Tarihi geri alalım: 1942 Kasım’ı. Hitler’in Manş Denizi’ni geçip İngiltere’ye atlaması an meselesi. Roma’nın, Napolyon’un, Babür’ün ve en son Osmanlı’nın yerini alan İngiliz Kolonyalizmi’nin beşiği elden gitmek üzere. Başbakan Churchill yine Washington’da birbirlerinden karşılıklı nefret ettikleri Başkan Roosevelt’ten bir kere daha asker, para ve teçhizat istiyor. İstemiyor, yalvarıyor. (Churchill o gece içinde bulunduğu durumu, “Sadece dizlerimin ve ellerimin üzerinde değildim,” diye tasvir edecekti.)
ABD başkanı Kongre’nin izolasyon yanlısı yasasını aşabilir; ama bunun