Katar’da önceki gün bir bağımsızlık günü daha, olması gereken sevinç ve neşeden uzak kutlandı.
Ortada Katar’ın İran’dan kaynaklanan terörü desteklediğine dair bir sayfalık bir belge, bir BM araştırması, 22 üyeli Arap Birliği’nin bir bulgusu yok. Ama 2017 Haziran’dan bu yana hâlâ geri çekilmemiş olan iki veliaht Muhammed’in (Suudi bin Selman ile BAE prensi bin Zayed) Bahreyn ve Mısır’a imzalattıkları bir ambargo ve abluka tehdidi var. Her ne kadar prensin babası Kral Selman’ın, Katar Emiri Temim’i Suudi Arabistan’daki Körfez İşbirliği Konseyi toplantısına davet ederek, 2017 muhtırasını fiilen geçersiz kıldığı yorumları yapılıyorsa da, bütçelerinin yarısına yakını Suudi Krallığı tarafından sağlanan bazı ülkeler hâlâ söz gelimi Katar Havayolları’na uçuş izni vermiyorlar.
Her şey, 23 Mayıs’ta bir yalan haber yayımlanmasıyla başladı. Katar Haber Ajansı’nın bilgisayar sistemine (İsrail’den kaynaklanan bir saldırıyla) girilmiş ve Emir’in ağzından ABD aleyhine bir demeç uydurulmuştu. Ajans sistemini onararak, haberin yalan olduğunu açıkladı ama ilerleyen saatlerde iki prens, Katar’a boykot, ambargo ve ilan edebilecekleri her ne varsa hepsini ilan eden bir muhtıra verdiler ve bir dizi
Yine ABD’den bir öyle bir böyle sesler yükseliyor. Yine “Hangi Amerika?” sorusuna cevap aramanın zamanı.
Trump, Başkan Erdoğan ile ne zaman görüşürse, zihnindeki Türkiye modeliyle hareket ediyor ve ardından son derece olumlu ve yapıcı açıklamalar geliyor. Örneğin geçen haftaki telefon görüşmesi: resmî açıklamaya göre “ Erdoğan, Trump’a Türkiye’nin PKK/PYD/YPG terör örgütünün varlığı ve eylemlerinden kaynaklanan meşru güvenlik endişelerini ” aktarıyor; karşı taraftan yapılan açıklamaya göre ise “ iki lider, Suriye konusunda daha etkin bir koordinasyon sağlanması konusunda mutabakata ” varıyor.
Yani Trump, ertesi gün Pentagon sözcüsünün veya ABD Dışişleri’nden “adının açıklanmasını istemeyen yüksek düzeyde bir görevlinin” tavzihleri, tevillerindeki gibi, Trump, Erdoğan’a, Suriye’de yapılandırmaya çalıştıkları bir varlığın ne kadar elzem olduğunu” anlatmış değil. Tam tersine, Trump’a göre ABD Suriye’de sadece DAEŞ’i yok etmek için var ve bu iş 30 gün içinde tamamlanacak. Trump orada ne bir Kürt devleti ne bir koridor ne de YPG-SDG eğitimi peşinde. Çünkü ABD federal hükumetinin önceliği, Trump’a göre ve kendi cümlesi ile, “Obama ile sahtekâr Hillary’nin kurdukları” DAEŞ’i yok
10 Aralık İnsan Hakları Günü dolayısıyla, internet diye özetlenen bilgiişlem, erişim ve paylaşım araçlarının mucit ve ilk öncülerinden bazıları internet üzerinden bir panel toplantısı düzenlediler. Videosu YouTube’da var.
Bu kişilerden biri, Web’i icat eden Tim Berners-Lee idi. 1989’da BM’nin İsviçre’deki nükleer araştırma merkezi CERN’de çalıştığı sırada, üniversite ve özel sektör araştırmacısının raporlara istediği anda “tıklanabilir” bir tarzda erişebileceğini düşünmüş ve bunun için bir sunucu, bir istemci programı yazmış, bu sistemin işleyebilmesi için de HTML dilini icat etmişti. Görmüşüm gibi “etmişti” diyorum, çünkü bu icadı o tarihteki az sayıda ağ çalışanları olarak adeta adım adım izlemiştik.
Bir gazeteci bilgiişlem-bilişim meselesine merak sararsa, odaklanacağı ilk alan haber alışverişi konusu oluyor. Bu sebeple HTML dili, o dille yazılacak programları çalıştıracak sunucu ve o sunucunun göndereceği “sayfaları” kullanıcının anlayacağı biçime çeviren tarayıcı (browser) üçlüsünün ortaya çıkarttığı World-Wide Web (WWW) ilk gününden itibaren benim de uğraşı alanım olmuştu.
1992’de, Byte dergisinde yazdığım bir yazıda, Web’i anlatırken, “Yazılı iletişimin yerini alacak; ancak
Donald Trump’ın tek iyi tarafı, Amerikalıların “tongue in cheek” dedikleri türden, sözleri çok ciddiye alınmasa da olur, mizah yapayım derken kafasındaki gerçeği ortaya döker, kendini zeki sanır ama yaptığı gaflarla, bir anlamda mahallenin komiği gibi olması.
Fransa’da durup-durup yeniden başlayan ne yakıt zammı ne de diğer ekonomik sorunlarla bir ilgisi olmadığı artık çok belli olan sokak terörünün belki de en karanlık gecesinde Trump’ın Twitter’da, bir taraftan teröre meşruiyet kazandıran, bir taraftan da olayların gerçek nedenini, istikametini gizlemeyi amaçladığı aşikâr mesajlar verdi. Trump’a göre Fransa’da, protestolar, Fransız hükumeti iklim anlaşmasından çekilmediği için devam ediyor. Trump’a göre Fransız halkı, “çevreyi korumak için çoğu Üçüncü Dünya ülkeleri halkının cebine girecek olan yüksek paraları ödemek istemiyor.”
ABD başkanının, bir NATO müttefikinin başkentini (muhtemelen bu gidişle diğer kentlerini de) hedef alan bir kent terörizmini, mala ve kamu düzenine zarar veren bir isyan hareketini, demokratik ve masum bir protesto hareketi olmaktan çıktığı sırada, adeta teşvik etmesi, işin geri planında bir başka balta bileme niyeti olduğunu açıkça gösteriyor.
Donald Trump
Yazı adabını öğrendiğim ustaların maddi-manevi şahsiyet- lerinden utanmıyor olsam, bu soruyu çok başka şekillerde sorabilirdim.
Bu iki şahsiyet, Batı basınının taktığı kısaltmayla MbS ve MbZ, veliahtlığa ABD’nin ve İsrail’in desteğiyle geldiler. Bu konuda artık kimsenin kuşkusu yok. Bu desteği hak edebilmek ve sürdürülebilir kılmak için her ikisinin de çevirmedikleri dolap, içine girmedikleri kisve, oynamadıkları rol kalmadı. Suudi veliahdı MbS, cinayetleriyle, Kudüs’ün İsrail tarafından resmen ilhak edilmesi ihtimalini peşinen kabulüyle ve Hamas’a yaptığı baskılarla tanınıyor.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin veliahdı ve de facto lideri Muhammed bin Zayed el Nahyan ise MbS kadar ön planda değil. Gerçi onun da yat partilerindeki müstehcene yakın fotoğrafları sosyal medyada dolaşımda ama yine de çok tanındığı söylenemez. 1961 doğumlu bu kişi, İngiltere’nin ünlü prensler okulu Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’ni bitirdi ve BAE’nin kurucusu babacığının olmayan ordusunda “başkomutan” olarak işe başladı. Babasının ölümü üzerine baba-bir-ana-ayrı ağabeyi Şeyh Halife kral oldu ama sapasağlam adam tahta geçtiği anda kalp krizlerinden, damar tıkanmalarından kurtulamaz oldu. 2014 yılından
George Bush için iyi bir şey söylemeye baskı ve cebir yoluyla zorlanırsa, insan, New Yorker dergisinin anma yazısındaki cümleyi tekrar edebilir:
George Bush, Amerikan halkının yarısı tarafından nefret edilmeyen ve aşağılanmayan son Cumhuriyetçi idi.
Lincoln ile başlayan büyük Cumhuriyetçi liderler zinciri, ine-ine Sarah Palin’e, oğul Bush’a ve Trump’a kadar indi. Evet belki--Çin büyükelçiliğinden BM daimî temsilciliğine, CIA başkanlığından 8 yıl başkan yardımcılığına kadar uzanan--her faniye nasip olmayacak uzun ve zengin meslek yaşamında herkesin tanık olduğu nezaketi ve kibarlığı ile aday olduğunda, tanınan en beyefendi siyasetçi idi. Ama Başkan Bush bütün bu özelliklerin tersi bir kimlik sergiledi.
İşe, sanki kendisini 8 yıl başkan yardımcısı
olarak taşımış olan Başkan Ronald Reagan dönemi bir şiddet dönemi imiş gibi, “Daha kibar, daha nazik bir Amerika” vaat ederek başladı. Reagan zamanında ite-kaka durgunluktan kurtarılan ekonominin yeni vergilerle ayakta durabileceğini bütün ABD bilirken o--üstelik seçimi kazanması için hiç de gerekli olmayan--yeni vergi getirmeyeceği sözünü, “Dudaklarımı okuyun: Yeni vergi yok!” diyerek,
kabalık ölçüsüne bir kesinlikle tekrar etti.
Ama ABD’ye
Batı gazetelerinde, El Cezire televizyonunun ekranında bir telaş, bir telaş. Erdoğan Suudi veliahdı Muhammed bin Salman’ın görüşme talebine, “Bakarız” demiş; vay efendim bir katille görüşülebilir miymiş? “Arap” dendiği zaman tüylerinin ürperdiğine şahit olduğumuz insanlar, makaleler döşeniyorlar: Arap gençlerin bile protesto ettiği prens ile görüşme olabilir miymiş?
Önce kimden söz ettiğimizi iyice belirleyelim: Gezi olaylarının dolaylı finansman kaynaklarından biri, Türkiye’deki son döviz operasyonunun tetikçilerinin baş finansörü, Yemen’de her 7 dakikada bir bebeğinin öldürülmesini sağlayan adam, ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma kararını protesto eden Hamas’a telefonla, “Gösterileri durdurun, yoksa beş kuruş alamazsınız” diyen zat, ABD Başkanı’nın damadıyla her hafta sonu gizli gizli bovling oynayan özentili kukla. Bu kişinin Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’yı sırf gazetecilik faaliyeti dolayısıyla, hedef seçmesi ve öldürülmesi emrinin bizzat kendisi tarafından verilmesi ne kadar önemli ise, Yemen’de yarattığı cehennem, Katar halkına ve yönetimine bir yıldır çektirdiği azap da bir o kadar önemli değil mi?
Stalin ile Yalta’da, ki bir konferansın yan tarafında
İsrail siteleri, ne kadar doğrudur bilinmez, Suriye üzerinde hava hakimiyetinin İsrail ve ABD’nin eline geçtiğini, bunun İran’ı öfkelendirdiğini bildiriyorlar. İran Devrim Muhafızları hava kuvvetleri komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacızade, İsrail ve ABD’ye verip-veriştirip, karadan denize füzelerinin menzilinin 700 km olduğunu, bunlarla hem körfezdeki uçak gemisinde hem de Katar’daki ABD üslerinde bulunan hedefleri imha edebileceklerini söyledi. Belirli bir sebebi olmayan bu demecin verilmesindeki amaç, gerçekten Suriye hava sahasındaki üstünlüğün ABD’ye geçmesi olabilir.
Bugüne kadar daha önce Sovyetler Birliği’nin, şimdi de Rusya’nın müttefiki olan ve Rusya’ya biri Hmeymim ’de, diğeri Tartus ’da iki daimî üs ve son zamanlarda Masyaf’da bir füze üssü vermiş olan Suriye’de üs yarışını geçen ocak ayında ABD kazanmıştı. Ancak ABD üslerinin, Rus üsleriyle karşılaştırılmayacak kadar küçük, çoğunun PKK-PYD teröristlerinden ibaret “ortaklarını” eğitmek için kurdukları tesisler oldukları biliniyor. Ayrıca Rusya, İsrail’in bir manevrası sonucu bir nakliye uçağının Eylül sonunda Suriye tarafından vurulması üzerine, Bastion sahil savunma sistemi adı verilen S400 bataryalarının sayısını