İnsan yaşamının paleolitik ve neolitik dönemlere değin uzandığı Nusaybin medeniyetin tarihi gelişimine hem tanıklık hem ev sahipliği yapan çok değerli bir cazibe merkezi
Geride bıraktığımız hafta başında Mardin Valiliği, Nusaybin Kaymakamlığı, Mardin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ve Mardin Artuklu Üniversitesi’nin iş birlikleri ile düzenlenen ve çok faydalı olduğuna inandığım bir panele ve çalıştaya katıldım. “Sınırların Ötesinde bir Destinasyon: Nusaybin” başlıklı panelin düzenlenmesinde önemli katkıları olan Mardin Valisi Sayın Tuncay Akkoyun’a, Vali Yardımcısı Sayın Hasan Kurt’a, Mardin İl Kültür ve Turizm Müdürü Sayın Ayhan Gök’e, Nusaybin Kaymakamı Sayın Evren Çakır’a ve Artuklu Üniversitesi Turizm Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Lokman Toprak hocamıza içtenlikle teşekkür ediyorum. Bu değerli isimler Türkiye’nin ve bölgenin kalkınıp güçlenmesi için ellerini taşın altına sokan ve çok önemli çalışmalara imza atan kahramanlarımız. Kuşkusuz Mardin
Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye’den yurt dışına kaçırılmış 26 bin 665 tarihi eseri geri getirmeyi başardı. 2025 yılının ilk 4 ayında da 13 eser doğduğu topraklara geri döndü.
Anadolu toprakları sahip olduğu tarihi miras ile kuşkusuz dünyanın en özel ve en zengin coğrafyası. Bunun en somut göstergesi ise bu toprakların insanlığın en eski yaşam izlerinden başlayarak onlarca farklı medeniyete ev sahipliği yapmış olması. Gerek Asya’da gerekse Avrupa’da farklı medeniyetlerin eserleri bulunsa da başka hiçbir ülkede bu kadar farklı medeniyetin izlerini bu yoğunlukta ve bu çeşitlilikte görmek pek mümkün değil. Türkiye topraklarında tarihi eserlerle ilgili farkındalık 19.yüzyılın ilk yarısından itibaren başladı. 1858 yılında çıkarılan bir yasada ile eski eserler hakkında cezai yaptırım içeren maddelere yer verildi. 1874 yılında yapılan düzenlemeler ile de kazılan eserlerin yurt dışına çıkarılması yasaklandı ve satışı da önemli oranda kısıtlandı. Bununla birlikte kazılardan çıkan eserlerin üçte biri kazıyı yapana, üçte
Çiçeği sınırlı günlerle görülen bu narin çiçek aslında dağlarda yetişen, toprağın altında sert kışların dondurucu soğuklarını alan soğanlı bir bitki. Baharın gelişiyle doğayı yaşama sevinciyle dolduran lâlenin Anadolu’da yaygınlaşması Orta Asya’dan gelen Türklerle gerçekleşti.
Baharın kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı nisan ayının en güzel hediyelerinden birisi de kuşkusuz lâlelerdir. Kimi gün serin, kimi gün ılıman geçen bahar günlerin de müjdecisi olan lâleler özellikle İstanbul’un park ve bahçelerini bir renk cümbüşüne çevirir. Sarıdan beyaza, kırmızıdan turuncuya onlarca değişik renk ve çeşidiyle İstanbul’a büyülü bir atmosfer yaşatan lâle gerçekten de masalsı, bir anda gelen ve bir anda giden kuyruklu yıldız misali bir çiçektir. Ona olan sevgi ve düşkünlüğün ardında belki de her yıl kısa günlerle sınırlı bir ulaşılır olmasında yatıyor. Romanlara, şiirlere ve özellikle de tasavvuf kültürüne bakıldığında bu
Dünya tarihinde birçok kıtlık, savaşlara ve salgın hastalıklara bağlı ekonomik kriz yaşandı. Ancak şimdiye kadar yaşanmış en büyük ekonomik kriz kuşkusuz 1929 Büyük Buhranı oldu. Krizin etkileri dünya savaşına denk bir yıkımı beraberinde getirdi.
Geride bıraktığımız 2 Nisan günü ABD ve dünya piyasaları için yeni bir başlangıcın da tarihi oldu. Başkan Doland Trump’ın açıkladığı yeni gümrük vergileri başta Çin ve Avrupa Birliği olmak üzere birçok ülkede ekonomik bir savaş ilanı olarak algılandı. Trump’ın anonsuna ABD piyasaları ve borsası da hızla tepki verdi ortalık toz duman oldu. Bu gelişmeler aklıma 1929 Büyük Amerika Buhranı’nı getirdi. Yıkıcı etkileriyle önce ABD’yi, ardından Avrupa ve tün dünyayı 1930’lu yıllar boyunca kasıp kavuran ABD ekonomik bunalımı ardında çok büyük enkazlar bırakmış, toplumsal çöküş ve beraberinde yaşanan dönüşümlerle kriz sonrasında başka bir dünya kurulmuştu. 1929 yılında başlayan ve etkileri domino taşı gibi dünyanın hemen
Osmanlı döneminde ramazan ve bayram günleri sultanlarının birçok toplumsal sorunu giderip halkı mutlu bir şekilde bayrama eriştirme arzusu duydukları son derece özel günler olarak görülüyordu. Sarayda bayramlaşma ilk olarak Fatih Sultan Mehmet döneminde kanunlaştırılmıştı.
Ramazan ayı farz olan Oruç ibadetinin etrafında önemli bir kültür hafızasını da yaşatır. Osmanlı döneminden günümüze ulaşıp gelen bu kültürel belleğin içinde birçok değerin yanı sıra unutulmaya yüz tutan çok sayıda gelenek de bulunuyor. Bu kültürel değerler manzumesi oruç tutan ya da tutamayan insanları iftar sofralarında bir araya getiren, bayramlarda dostluk ve dayanışmayı artıran, dolayısıyla toplumu bir arada tutup ileriye taşıyan ortak bir zemin meydana getiriyor. Tam da bu nedenle bu hafızamızın yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması önemli. Bu zaman dilimleri toplumsal barışın sağlandığı, devlet millet ilişkilerinin güçlendirilip, onarıldığı özel zamanlar. Osmanlı döneminde Ramazan ve bayram günleri sultanlarının birçok
Hristiyan orduları 1229-1232 yılları arasında Balear Adaları’nı alarak buradaki İslam hakimiyetine son verdiler. Tüm camiler kiliseye çevrildi. Bugün halen birçok kilisede çan kulesi olarak kullanılan minare izlerine rastlanır.
Mayorka, Minorka ve Ibiza ile Batı Akdeniz’in en önemli adalar grubunu oluşturan Arapça adıyla Balyar Adaları’ndan sadece Mallorca’nın Medine Mayurqa şehrinde 25 cami, onlarca medrese ve hamam vardı. 300 yıl İslam beldesi oldu bu adalar. Araplar Balear Adaları’na ilk olarak 8. yüzyılın başlarında, 707’de Ifriqiya’nın (Tunus-Afrika-Magrib) ünlü valisi Musa bin Nusayr’ın oğlu Abdullah bin Musa komutasındaki bir Müslüman filosu ile ulaştı. Ancak, adaların kesin fethi 902’de Kurtuba Emirliği’nce gerçekleştirildi.
Balear Adaları’nın fethi
Endülüslü zengin bir tacir olan İshak el Havlani hacca giderken Mayorka’da mola vermiş ve burayı çok beğenmişti. Hac dönüşü Kurtuba Emevi hükümdarını Balearları fethetmeye ikna etti. Al Hawlani, donanmanın komutasını üstlendi,
Çanakkale savaşları, iyi eğitilmiş, cesur ve vatansever bir ordunun, en modern gemilere ve üstün nitelikli silâh, araç ve gereçlere sahip kuvvetleri yenebileceğini kanıtlayan en parlak zaferlerden biridir. Türk askeri Çanakkale’de kahramanlık destanı yazdı.
Birinci Dünya Savaşı’na Merkezi Devletler safında giren Türkiye’nin Çanakkale savaşlarında yaşadıkları, gösterilen kahramanlıklar ve bu fedakârlıkların ardındaki isimsiz kahramanlar halen tam olarak bilinmiyor. Bu savaş Türkiye için arkada büyük toprak kayıplarının acısının halen çok diri olduğu bir atmosferde girilen bir döneme denk gelmişti. 1877-78’de Ruslara yenilen Osmanlı Devleti Berlin Antlaşması ile Sırbistan’ı, Bulgaristan’ı ve Romanya’yı kaybetmişti. 1911’de İtalyanların Batı Trablus (Libya) ve Oniki Ada’yı işgalinden sonra 1912’de Balkan devletleri ile giriştiği savaş hiç beklenmedik şekilde kaybedilmiş, Ege Adaları ve Batı Trakya Yunanlılara geçmişti. Osmanlı Devleti ve ordusu bu yenilgilerin travmaları içinde Birinci Dünya
Osmanlı Devleti içerisinde kadınlar kendilerini ilk kez basın yoluyla ifade etmiş ve seslerini duyurmuşlardı. Kadın haklarının köklü hale gelmesi ise Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen devrimlerle kalıcı hale geldi.
19.Yüzyıl Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin yaşandığı, endüstrileşmeye bağlı olarak büyük kentlerin çeperlerinde işçi sınıflarının belirdiği bir dönüşüm yüzyılıydı. Kuşkusuz bu sosyoekonomik dönüşümler 20.Yüzyıl boyunca da sürdü. Yeni toplumsal sınıfların belirdiği bu dönüşüm çağında kadınların işgücü ve emekçi sınıflara katılımı, eğitim olanaklarından yararlanmasının önünün açılması ve kademeli olarak yönetici sınıflara da katılımı geride bıraktığımız iki yüzyılın temel karakteristiğiydi. Batı dünyasında yaşanan bu dönüşüm ve kadınların toplumsal yaşama giderek artan katılımı Osmanlı Devleti’ne de etkisini gösterdi ve kadın hareketlerinin oluşmasının önünü açtı.
II.Meşrutiyet ve kadın hareketleri
Osmanlı Devleti 19.Yüzyıl