Venedik Sarayı İstanbul’da saklı kalmış İtalyan tarihinin ve Osmanlı-Avrupa ilişkilerinin zarif bir hatırlatıcısı niteliğinde eşsiz bir hafıza mekânı.
Venedik Sarayı’ndaki eserler İtalya’nın Ankara Büyükelçisi Giorgio Marrapodi’nin (sağda) himayesinde Erol Makzume tarafından restore ettirildi.
Beyoğlu’nun kalabalığı içinde yürürken, bir sokağın ucundan başka bir dünyaya açılan kapı gibi karşımıza çıkar Venedik Sarayı. Her daim hareketli İstiklal Caddesi’nden birkaç adım ötede, tarihini sessizce koruyan, zarif bir yapı burası. Dışarıdan bakıldığında belki dikkatlerden kaçan ama içeri girildiğinde zamanın ritmini değiştiren bu tarihi sarayın tablo koleksiyonunda bulunan tüm eserler sanatsever, araştırmacı yazar ve koleksiyoner Erol Makzume tarafından restore ettirildi. Kendisi de değerli bir ressam olan tablo restoratörü Agop Egoyan tarafından sürdürülüp tamamlanan restorasyon süreci geçtiğimiz hafta içinde İtalya’nın Ankara Büyükelçisi Sayın Giorgio Marrapodi’nin himayesinde Venedik
Diyarbakırlı Tahsin kimi zaman Haliç’te demirli bir gemiyi resmeder, kimi zaman ise boğazda süzülen bir yelkenliyi... Resimleri, göğe doğru yükselen bir martı çığlığı gibi, zamansız ve unutulmaz.
Dalgaların maviye çarpıp geri çekildiği yerde bir ressam oturur. Fırçasının ucunda sadece boya değil, bir milletin değişen sureti, savaşın sessiz tanıklığı ve İstanbul’un silinmeyen silueti vardır. Bu adamın adı Tahsin Siret’tir. Diyarbakır doğumlu, denizle büyüyen bir karasal rüyadır o.
Diyarbakır Rüştiyesi’nden Kuleli Askeri Lisesi’ne
1874 yılında, taş sokakları göğe açılan Diyarbakır’da doğar Tahsin. Ne var ki kaderi onu sur dibindeki kuyudan çıkarıp Boğaziçi’ne taşır. Kuleli Askeri Lisesi’nde Osman Nuri Paşa’nın, Harbiye’de Hoca Ali Rıza’nın elinde büyür. Ressam olur ama ressamlığını asker üniformasının içine saklar. Sanatına üniformanın disiplini siner, fırçası manevra yapar gibi kıvrılır tuvallerin üzerinde. Sanki çizdiği her vapurda bir tabur, her dalgada bir hüzün
Bu hafta köşemi çok sevgili dostum araştırmacı, yazar ve başta eğitim tarihi olmak üzere ülkemizin en değerli efemera üstatlarından Hasan Kireç’in çok özel bir yazısına ayırdım. Son devir Osmanlı tarihinin çok önemli iki ismi olan Ali Suavi ve Enver Paşa fikir ve eylemleriyle yaşadıkları dönem hadiselerinde belirleyici oldu. Sözü yormadan gerisini Hasan Kireç hocamızın kaleminden öğrenelim...
Selam Olsun Gecenin Karanlığında Yürüyenlere
-Hasan Kireç
17 Aralık 1838’de İstanbul Cerrahpaşa’da dünyaya gelen Ali Suavi, 14 yaşında Davutpaşa Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra askerlik şubesinde memuriyete başlar. Aynı zamanda cami derslerine devam ederek dini ilimlerde de kendini geliştirmeyi sürdürür. Ali Suavi 17-18 yaşlarında hacca gitmek için görevini bırakır. Bu meşakkatli ama kutsal yolculuktan binlerce hadis ezberlemiş olarak geri döner. Gazeteciliğe başladığı 1867 yılına kadar başta Bursa ve İstanbul olmak üzere çeşitli camilerde dersler ve vaazlar verir; bunların yanı sıra rüştiye hocalığı ve
Her zaman görülmesi mümkün olmayan çok özel belgeler, 1236 yılından başlayan vakfiyelerden, 15’inci ve 17’inci yüzyıla ait tahrir defterlerine, kadastral aletlere kadar pek çok arşiv koleksiyonu Toprağın Hafızası Sergisi’nde ziyaretçilerle buluşuyor.
Geçtiğimiz cuma günü İstanbul Büyük Çamlıca Camii Sergi salonunda enfes bir sergi açıldı. Tapu ve Kadastro Arşiv Dairesi’nin zengin koleksiyonlarından uzmanlar eşliğinde derlenen çok özel bir seçki Çamlıca’da İslam Medeniyetleri Müzesi’nin hemen bitişiğindeki alanda 20 Haziran’a kadar ziyaretçilerini bekliyor.
Peki tapu neden önemli?
İkinci Körfez Savaşı sonrası ABD ordusu Bağdat’a girdiğinde hatırlarsanız ilk yaptıkları iş Tapu Dairesi ve Arşivi’ne yönelmek olmuştu. Aynı hareket Musul’da da gerçekleştirilmişti. Bu çarpıcı haberler çıktığında oldukça yankı uyandırmıştı. Bunun temel nedeni tapu ve arşivinin bir toplumun yaşadığı yeri vatan kılan belgelerin hafızasını barındırması. Sınırları askerler korurken,
Lidyalılar mevcut olan para sisteminin aracı olarak altın ve gümüşü tercih eden ilk uygarlıktı. Saf altın ve gümüş ilk sikkeler de Lidyalıların izlerini taşıyor.
Lidyalılar kimdi? Anadolu’nun kadim krallıklarından Lid dili ile konuşan, Medler, Kimmerler, Asurlar ve Perslerle mücadeleye giren, Büyük İskender’in, Trakya Kralı Lsymachus’un, Roma İmparatorluğu ve Pergamon Krallığı’nın izlerini taşıyan bir havzanın kadim krallığıydı Lidyalılar.
Halikarnaslı Heredot’da Lidyalılar
“Bizim bildiklerimiz içinde ilk olarak altın ve gümüş para basan ve kullanan ve ilk olarak ufak tefek ticaret işlerine girişenler bunlardır.”
Lidyalılar hakkında en detaylı bilgiyi Heredot verir. Ona göre tarihte ilk altın ve gümüşten madeni parayı Lidyalılar basmıştı. Ticari değişim aracı olarak değerli madenlerin kullanımı kuşkusuz Lidyalılardan öncesine uzanan bir uygulamaydı. Ancak madeni paranın yani sikkenin günümüzdeki anlamına en yakın kullanımı Lidyalılara atfedilir. Diğer
bir ifadeyle Lidyalılar mevcut olan para sisteminin aracı olarak altın ve gümüşü tercih ed
Milo Venüsü MÖ 2. yüzyılda Helenistik dönemde yapılmış, Antik Yunan heykel sanatının en ünlü eserlerinden biri olarak tanınıyor. Roma mitolojisinde Venüs olarak bilinen aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’i temsil ettiğine inanılıyor.
Kültür sanat konularında her zaman kendisine danışıp ilham, bilgi ve fikir aldığım değerli büyüğüm, koleksiyoner ve araştırmacı yazar Sayın Erol Makzume ağabeyimin de önerisi ile bu pazar sizlere Milo Venüsü’nden söz etmek istiyorum.
Milo Venüsü, sadece bir sanat eseri olmanın ötesinde, aşkın, güzelliğin ve sanatın evrensel bir simgesi haline geldi.
Paris’te bulunan Louvre Müzesi koleksiyonlarında Osmanlı coğrafyasından götürülen sayısız eser barındırıyor. Eyüp Sultan ve Piyale Paşa Camii çinileri gibi İslami dönem eserleri kadar antik çağlara ait Helenistik ve Roma dönemi sanat eserlerinin de yer aldığı bu koleksiyonlar özünde tamamen bu coğrafyaya ait eserler.
Milo Venüsü heykeli Paris’te bulunan Louvre Müzesi’nin en önemli
Şair ve kültür insanı Seyfettin Ünlü “Bizim dışarıdaki dünyadan farkımız, koleksiyon dünyamız. Onun için bizler nasıl olur da sıradan durur ve sıradan kalabiliriz. Roma deyişi ne güzeldir: “Amor Librorum” yani kitap aşktır vesselam” diyor.
Yazılarımı takip eden kıymetli okurlarımız bilirler, zaman zaman kültür tarihimizden kesitler sunduğumuz gibi, kültür tarihimizin verimlerinin izini süren koleksiyonerlerden de bahsisler açmaktayım. Geçenlerde de bu koleksiyonerlerden birini, şair ve kültür insanı Seyfettin Ünlü’yü ziyaret etmiştim. Bu ziyaretim biraz da baskı kitaplar ekseninde düşündüğüm bir sergi içindi.
Sohbet havasında geçen ziyaretimin kaydını aşağıya alayım istedim.
Kültür ortamımız sizi daha ziyade şiirlerinizle tanıyor, lakin sizin bibliyofil olduğunuza yıllardır aşinayım. Nasıl başlamıştı kitaplara merakınız?
Azizim, hayatın içinde şekillenen her durumun geçmişe dönük bir izi vardır. Kendi çocukluğuma baktığımda kitaplara duyduğum ilginin daha orta mektepte
Gözünüzü kapatın; Ayasofya’nın kubbesini, Selçuklu portal süslemelerini ya da kaybolan Aziz Havariler Bazilikası’nın yüzyıllardır sisler ardına saklanan siluetini düşünün. Şimdi o sahnelerin önüne kırmızı ciltli, iri ebatlı bir albüm açın: Sayfalarda mimari ayrıntılar dantel gibi işlenmiş, suluboya renkler taşa can veriyor. İşte karşımızda Alexandre Marc Raymond (1872 İstanbul – 1941 Colombes) var; kimine göre oryantalist bir ressam-mimar, kimine göreyse Bizans ile İslam sanatları arasında kurduğu köprüde sessizce yürüyen bir kültür elçisi.
Raymond’un hikâyesi şehrin kendisi kadar melez: Osmanlı İstanbul’unda doğan bir Fransız vatandaşı… Henüz Galata Rıhtımı’ndaki vapurlar kömür dumanı salarken o, eski ismiyle Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (bugünün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) klasik mimarlık eğitimi alır. Ardından Paris yolculuğu, arşiv kâğıtlarına düşen ince çizgileri ve nam-ı diğer “Hagia Sophia çılgınlığı” başlar.
Taşa Sinmiş