Haberin Devamı


Salı akşamı eski ABD Başkanı Clinton’ın Türkiye - AB - ABD ilişkilerine dair konuşmasını dinledim. Daha sonra kendisiyle çok kısa sohbet etmek imkanı da buldum. Aynen televizyonlarda göründüğü gibi sıcak, karizmatik ve rahat bir profili var. Karşısındakini dinlemeyi biliyor ve insan psikolojisini iyi anlıyor. Bütün bunlar, duygusal zekası yüksek olan bir liderin özellikleriyle örtüşüyor.

Küreselleşmenin insani boyutu
Clinton’ın konuşmasının Türkiye ekseni üzerinde çok yazıldı. Bu yüzden ben daha çok Clinton’ın küreselleşme üzerine geliştirdiği söyleminden söz etmek istiyorum. Bu söyleme İstanbul’daki konuşmasının ilk bölümünde de yer ayırdı. Üzerinde durduğu en can alıcı nokta küreselleşme kavramını soğuk ve mekanik yönlerinin ötesinde algılmak. Küreselleşmenin yalnızca ticaret boyutuyla değil, insani boyutu, iletişim açılımı ve dünya ülkelerinin bir toplum olarak hareket edebilme özelliğinden bahsetti Clinton.
Küreselleşme yerine tercih ettiği terim, birbirine bağımlı olma anlamında tercüme edilebilecek ‘interdependence’ olgusu. Bu yaklaşıma göre, dünya ülkelerinin her biri, birbirlerinin günah ve sevaplarının bedelini ödemek durumunda. Kimse başka bir ülkede yaşanan acılar veya sefaletten soyutlanamaz. Hepimiz ortak bir kaderi paylaşmaktayız.
Şimdi denilebilir ki, aynı toplum içinde bile bu duyarsızlıklara rastlanırken, ABD’deki bir zengin, neden Afrika’da AIDS’ten ölen çocuklarla ilgilensin. Şüphesiz insanoğlu en çok en yakınındaki ve kendini zorlayan probleme odaklanıyor. Bunun diğer bir örneği 11 Eylül olaylarından sonra da yaşandı. Batı ve Doğu, veya İslam ile Batı dinleri diye adlandırabileceğimiz kamplar, büyük ölçüde birbirlerini anlamaktan kaçındılar. Duvar örmeyi sürdürdüler. Bu tür yaklaşımların en çetin ve en sıcağı da halen İsrail - Filistin sorununda gözlemlenebiliyor.

İnsanlığın ortak kaderi
Dünyada küreselleşme hız kazanırken, küreselleşme karşıtlığı da her geçen gün artıyor. Bunun nedeni, belki de Clinton’ın dediği gibi bizlerin küreselleşmenin ortak bir kaderi paylaşma anlamına geldiğini idrak edemiyor olmamız. Clinton’ın özellikle 11 Eylül sonrası yaptığı ses getiren bazı konuşmalar incelendiğinde ortaya çıkan görüşler çarpıcı: Örneğin, 21. Yüzyılın Ruhunu Yakalamak başlıklı konuşmasında, ‘bizi insan olarak tanımlayan diğerlerinden farklılıklarımız olmamalı’ savını ortaya atıyor. Burada farklılıktan kastedilen dini veya kültürel özellikler, hatta siyasi görüşler. Clinton’a göre bizi insan olarak tanımlayan aslında ‘ortak insanlığımız’ın idrak edilmesi.
Clinton’ın AB - Türkiye ilişkileri değerlendirmesini, yukarıdaki çerçevede ele aldığımızda, AB oluşumunun bu birbirine bağımlılık gerçeği üzerine inşa edildiğini görebiliyoruz. Türkiye’yi dışlamayan bir AB, şüphesiz 21. yüzyılda Clinton’ın söz ettiği o yeni ruhu, kendini farklılıklarla tanımlamak zorunda olmayan, kendini tatmin etmek için ‘öteki’ne ihtiyaç duymayan ruhu yakalayacak.
Clinton’ın vizyonu, Türkiye’nin 21. yüzyıldaki rotası açısından da önemli açılımlar taşıyor.