Bu hafta sizi, saçından saatine kadar renklere düşkün ve tutkulu bir koleksiyoncu, şair ve editör Nergihan Yeşilyurt ile tanıştırmak istiyorum.
Yeşilyurt, “Dolmakalem benim için bir yol arkadaşı, kullan at çağına karşı bir direnç noktası gibi. Kalemlerim benim bebeklerim” diyor.
Nergihan Yeşilyurt bir şair, “Otomatların Marşı” isimli bir kitabı var ve birçok derginin mutfağında yer almış çok meraklı bir editör. Bütün bu özelliklerin yanında benim tanıdığım en renkli ve net fikirleri olan koleksiyoncu olabilir, sadece sahip olduğu kalemler açısından değil, bileğindeki Swatch saatten saçına kadar renkli ve kararlı bir insan. Bense tam tersiyim, siyah renkli kalemleri çok seviyorum, özellikle siyah ve gri renkli mürekkep şişeleri biriktiriyorum, dolayısıyla bu söyleşi kendimi sorgulamama neden oldu. Şairin çantasından çıkan her kalemliğin içinden farklı renklerde ve biçimlerde kalemler çıktıkça bende de yeni bir merak uyandı.
*Tahmin ediyordum Nergihan ama bu kadar çok renkli ve desenli kalemin olduğunu
Sevdiği hiçbir şeyi az sevemeyen mimar Kâmil Özkartal, 1962’de 10 yaşındayken aldığı ilk kalemiyle başlayan koleksiyonu onu alıp başka yerlere götürmüş. Aklımı kurcalayan bir konuyu, 9 yıl önce almak istediği kalemi neden bunca yıl almadığını da sordum...
Mimar Kâmil Özkartal ile ilk kez 2013’te Mürekkepbalığı dergisinin ilk sayısında yayımlanan röportaj vesilesiyle tanıştım. Pandemi nedeniyle verilen zorunlu aradan sonra tekrar karşılaşınca bir kez daha anladım ki Kâmil Özkartal’ın yazıya, kaleme duyduğu tutku ve heyecan hiç solmamış. Kalem dünyasında tanınan sevilen ve gıpta edilen biri olsa da tanımayanlar için kısaca anlatarak başlayayım:
Kâmil Özkartal’ın kalem merakı, mimar olmasına da neden olan büyük kuzenine özenmesiyle 1962’de başlamış. Bayram harçlıklarını biriktirip Beşiktaş’taki Birsen Kırtasiye’ye gitmiş ve mekanik bir kurşunkalem almış.
En değerli kalem
10 yaşındayken kendisini mimar gibi hissettiren bu kurşunkalem, koleksiyonun ilk önemli parçası ve Kâmil Bey için
Fernando Pessoa bir gün kalemini masaya atar ancak masa eğimli olduğundan kalem geri gelir, “Bir anda anladım her şeyi.” der Pessoa. Yazarın anladığı şeyin koleksiyonumda artık olmayan bir kalemle bağlantısı olduğunu düşünüyorum
“Teşebbüs eden tesadüf eder” deyimini ilk kez musahhih Kemal Kırar (1963-2019) ile yapılan bir söyleşide görmüş (ruhu şâd olsun) yazıyı kesmiş, özenli bir a4 kağıda yapıştırmıştım. Altını çizdiğim bu cümle ise her türlü koleksiyonun gidebileceği yolların özlü bir tarifidir diye düşünüyorum.
Koleksiyoncu dediğimiz kişi ister kadın ister erkek ister genç ister güngörmüş olsun, kendisi at sırtında giden bir meraklı gibidir. Yavaş da gidebilir hızlı da manzara sürekli değişim gösterir, kişi daima ilerler. Bu arada koleksiyon çoğalır, güzel tesadüfler ve bazen kayıplar olur. Olsun, her koleksiyoncu bir parçayı kaybedebilir ama merak içinde olduğu sürece içindeki ateş küllense de sönmez için için yanmaya devam eder. Bir kere (teşebbüs
Yıllar önce yapılmış bir sohbetin notlarına baktım ve düşüncelere daldım. Bir gün akşam üzeri kalemsever bir dostumla Nakaya Midori üzerine sohbet etmişiz. Yine de söz ne zaman kalemden açılsa konu hep mürekkebe gelir...
Yıllar önce yapılmış bir sohbet olsa da o akşamın titreşimleri hiç azalmadı ve usulca sürüp gidiyor. Hani devasa çanlar aslında hiç susmazmış, durdukları yerde normalde insan kulağının duyamayacağı bir frekans ile titreşimler yaymaya ve “ses çıkarmaya” devam edermiş ya benimkisi de öyle bir şey. Bazı sohbetler unutulmaz. Aslında öyle çok önemli konu var ki hayatımızda belki de bunların bir önemi yok ama önemli bulmuşum ki önce deftere yazmış sonra da blogumda paylaşmışım.
O zaman önce klipsi olmayan bir Midori üzerine konuşmuş ve bir kalemde klips gerekli midir değil midir diye tartışmışız. Ben klipsi olmayan kalemlerin gömlek cebine bile yakışmayacağını iddia etmişim, dostum ise bütün kalemlerin güzel olduğunu sadece kullanılmayan kalemlerden yana olmadığını söylemiş.
Eco’nun
Şair, düzeltmen, editör, yazar, okur ve “defter filozofu” Nihat Ateş ile sohbet etmek benim için her zaman ufuk açan bir deneyimdir, göreceğiniz gibi yine öyle oldu.
Nihat Ateş ile 2012’de, yaptığımız ilk dolmakalem toplantıları vesile oldu da tanıştım. Gerçi o toplantılara hiç gelemedi çünkü Cumhuriyet gazetesinde akşamları çalışıyor, düzeltmenlik yapıyordu. O dönem gazete binalarımız yakındı. Nihayet bir gün iş çıkışı yanına gittim, ilgi alanlarımız ortak olduğundan hemen kaynaştık. Nihat, beş şiir ve bir eleştiri kitabıyla kültür hayatımıza katkıda bulunmuş biridir. Ayrıca “Mürekkepbalığı” dergisine yazdığı defter yazılarıyla dergicilik tarihimize de geçmiştir. O zamanlar meraklılar hep kalemden konuşuyor defteri önemsemiyorlardı. Nihat’a bu konuyu önerdiğimde beni kırmadı ve belki de dünyada bir ilki gerçekleştirdi, süreli bir yayında düzenli olarak defter üzerine düşünüp, deftere dair benzerini hiçbir yerde okumadığım kavramsal yazılar yazdı.
Sevgili Nihat, yazıya dair
Antik Çağ’da yaşamış şair Pindaros 2 bin 500 yıl önce “İnsan ancak bir gölgenin rüyasıdır” diyordu. Yeryüzünün gölgesi de gazetedir belki...
Gazete kelebek gibidir. Bu cümle sabahları yakındaki bakkala gidip “Milliyet“ ve “Posta” gazetelerini alırken hep aklıma geliyor. Daha dün bayilere dağıtılmış gazeteyi bugün arayın bulamazsınız, uçup gitmiştir.
Yine bir süreli yayın olan dergi ise gazete gibi değildir ama onu da saklamak zordur, rafta tutabilmek için “Türk Dili” dergisinin 70’li yıllardaki özel sayılarından biri (mektup konulu özel sayı efsanedir) veya “Gergedan” gibi sıkı bir dergi olması gerekir. (Rönesans özel sayısını kaybetmiş, yeniden edinmek için az uğraşmamıştım.) “Fol” gibi zamanında dergicilik dünyamızda fırtınalar estiren bir dergiyse eğer zaten boyutları gereği hiçbir rafa sığmayacaktır. Bir koleksiyonerin evine konuk olmuştum, kütüphanesindeki kitapların arasında “Mürekkepbalığı” dergilerini tam takım görünce çok
Yaptığı işin felsefesini düşünen sanatçılardan birini tanımak için bu hafta Serkan Akyol ile konuştum. Kendisi sıradan bir çizer değil aynı zamanda çok yetenekli bir tasarımcı ve koleksiyoner
Avukat Bülent Ünlü ile yaptığım röportajda masadaki bir kalemliğin üzerinde enfes bir çizim gördüm. Kimin tasarımı olduğunu sorduğumda Bülent Bey, çizer Serkan Akyol’dan övgüyle söz etti. Ben de merak ettim ve aradım. Sonrasında kendimi Kadıköy’de küçük bir dükkânda buldum, camekanın üzerinde Atelier Mono yazıyordu. İçeride yüzlerce kurşunkalem vardı, bir rafta versatillerin arasında tasarım harikası ağır pirinç kalemtıraşları inceledim. Böyle bakıldığında Atelier Mono bir kırtasiyeye benziyor ama tam değil. İçerisi aynı zamanda bir sanat galerisi gibi, rengarenk çantaların, kalemliklerin ve defterlerin her birinin üzerinde çizimler, duvarda da resimler var. Bir duvar ise kitaplarla dolu. Dükkânda, bilgisayar çantasından sırt çantasına kadar her şey özgün
Koleksiyoncular, araştırmacılar, dilbilimciler, arkeologlar, şairler, tarihçiler, arşivciler, düşünürler ve benzeri meşguliyetleri olanlar nedense bazı insanları rahatsız eder. Bu kişilerin yaptığı işlerin pratik yararlarının olmadığı, faydasız işlerle uğraştıkları söylenir durur. Hiç unutmuyorum üniversitede hangi bölümü okuduğumu soran büyüklerime “Arşivcilik” dediğim zaman acımayla karışık üzüntülü bir bakışla karşılaşır ve her defasında eleştirilirdim. Felsefe, arkeoloji ve Hititoloji okuyan arkadaşlarım da aynı bakıştan çok rahatsızdı, üniversite koridorlarından bu nedenle bazen dertleşip gülerdik. Çünkü biz koleksiyonculara hayrandık, arkeolojiye bayılır, bir dilbilimci ile karşılaşırsak hemen ceketlerimizi iliklerdik.
İşte ne zaman bunları düşünsem aklıma Jean Bottero (30 Ağustos 1914 - 15 Aralık 2007) geliyor. Kendisi Mezopotamya uygarlığı konusunda büyük bir otorite ve hayatta değil ama halen insanları etkilemeye devam ediyor. Türkçeye çok değerli eserleri çevrildi, Dost Kitabevi