Varşova’nın kafelerinden, bistro’larından, restoranlarından bildiriyorum. Duyduklarımı gördüklerimi paylaşmaya anlatmaya devam...
Varşova’nın kuzeyindeki Stary Zoliborz’da (eski Zoliborz) şahane bahçeli evler var. Bu mahalle 200 yıl kadar önce papazların ekip biçtiği alanlardan ibaretmiş. 1800’lerin ortalarında buraya yerleşenler olmuş. Derken bağlar, tarlalar bahçeli evlere dönüşmüş. 1930’lardan itibaren entelijansiyanın oturduğu bir bölge haline gelmiş. ‘70’lerde gazeteciler, öğretim üyeleri, subaylar bu bölgeye yerleşmiş ve meslek gruplarına göre adlarını verdikleri bölgeler oluşturmuşlar.
Türkiye’de olsa...
Burada ara sıra gittiğimiz bir restoran var. Bu bahçeli evlerden birini bir işletmeye çevirmişler. Bahçesinde oturup çocuğunuz bir yanda oynarken siz de rahat rahat pizzanızı ya da salatanızı söylüyor, burada ürettikleri ev birasından içebiliyorsunuz. Böyle bir ortamda ne çalar? Bu tip bir işletmeniz olsa hangi müzikleri dinletirsiniz müşterilerinize?
Bizde olsa seçenekler şunlar olur: A) Belli başlı hit şarkıların tatlı sesli kadın solistlerce söylenmiş cover versiyonları. Kafamız şişmesin ama melodi de tanıdık olsun demek bu. B) Belli bir bpm’e yani vuruş/dakika’ya
“Marauder” sert bir albüm. Müziği sert, lafları sert, atmosferi sert. Herkesin dinleyeceği, şöyle ayakları uzatıp keyifle kulak vereceğiniz bir albüm değil. Ama hayat da her zaman böyle değil zaten.
Baştan söyleyeyim. Bu albüm bana kendini dayattı. Atmosferini, müziğini, nihilizmini. Bu albümde pesimizm çok normal, nefes alıp vermek kadar doğal bir şeye dönüşüyor. Interpol dinleyenler zaten buna alışık. Biliyorum şu an mızmızlanıyorsunuz neden bu albüm diye, ama işte hayatta güzel şeylere ulaşmak için biraz çile çekmek gerekiyor. Interpol’ün de bekleyene hediyeleri sürprizleri var. Ne de olsa bu haftanın en fazla ilgi çeken konuşulan albümü bu. Biz de bahsetmezsek olmaz.
Kendrick Lamar diyor ya çok afedersiniz “Bitch Don’t Kill My Vibe” diye. Bu albüm bende vibe falan bırakmadı. Oturuyordum ayağa kalktım. Odanın içinde endişeli endişeli volta atmaya başlamışım. Huzursuzca televizyonu açıp reklamlara bakakalmalar. Zaplayıp zaplayıp kapatmalar. Perdeyi aralayıp dışarıdaki gökdelenlerin ışıklarına dalmalar. Ardından kütüphaneyi taramaktan yorgun düşen gözleri ovuşturma seansları. Taranıyor ama ne aranıyor acaba? Bir kitap, ama hangi kitap. Rus klasiklerine mi girsem baştan, yoksa
Konu tenis yıldızı Serena Williams’ın geçen Fransa Açık Turnuvası’nda (Roland Garros) giydiği kıyafet. Catsuit (kedi kıyafeti) adındaki bu kıyafeti Nike, doğum yapmasının hemen ardından eski formunu yakalamak için müthiş bir çabaya girişen Williams için özel olarak hazırladı. Kıyafetin hamilelik döneminde oluşan varislere karşı sağlık için gerekli olduğu da söylendi, bir süper kahraman kıyafeti olarak lanse edildiğinden de bahsedildi. Elbette doğumdan sonra yeniden sahalara dönmek bir süper kahramanlık işi.
Uzatmayayım, Williams doğumdan önce olduğu gibi bir numara olmaya çalışır ve sahada ter dökerken, bir yandan da bu kostümü tartışılıyordu. Yakışmış mıydı? Tenisin geleceği bu muydu? Williams vücuduyla barışık bir sporcuydu ve bu kıyafet bunun altını mı çiziyordu? Falan filan.
En önemlisi, spordaki kadın-erkek ayrımının ve erkek egemen tavrın sona ermesi gibi görülmüştü bu kıyafet kimilerince. Çünkü kadın tenisçiler neden kadınsı giyinmek zorunda olsunlardı ki? Erkeklerin göz zevkine hitap etmek için mi?
Mesela futbolcu kadınlar, voleybolcu kadınlar, basketbolcu ya da atlet kadınlar “kadınsı” giyinmiyordu. Ama neden teniste mini etek, askılı bluz giymeleri bekleniyordu?
Teniste bu
Zevkler ve renkler tartışılmaz. Bizimkisi farklı kulaklara hitap eden güncel albümler arasında bir pazar yolculuğu.
“Slow Air” Still Corners
Still Corners’ın insanı hipnotize edip içine çeken müziğinin temelinde Air’vari gitar riff’leri var. Ama İngiliz ikilinin dördüncü stüdyo çalışmasında dikkatli kulaklara yapılan müzikal referanslar bu kadarla sınırlı değil. Pink Floyd’dan Chris Isaak’e, Fleetwood Mac’e insana tatlı rüyalar gördüren, güzel müzikal anıları canlandıran bir albüm bu. Still Corners üzerinde gezeceği toprakları dikkatle seçmiş. Elde ettiği müzikal birikimin hiç acele etmeden tadını çıkarıyor gibi. Bu albümün bir temel mesajı varsa o da sakin ol, acele etme olabilir. Bunu yapanlar için cennetin kapıları ardına kadar açılmış durumda. Haftanın en keyifli en “dinleyici dostu” albümü.
“Hive Mind” The Internet
Caz, hip hop, R&B üçgeninde gezinen müzisyenler arasında son dönemde galiba en fazla keyif veren The Internet oldu. Dördüncü uzunçalar albümleri yayınlanalı bir ay kadar oluyor ve dinledikçe insanın dinleyesi geliyor. Los Angeles çıkışlı beş müzisyenin klasik soul ve R&B’nin klasik kalıplarını modernize etme çabalarına şapka çıkarmamak mümkün değil. Bu modernize etme,
Yarı Japon ve yarı Amerikalı Mitski, yılların İngiliz indie rock grubu The Coral, Yo-Yo Ma ve yeni bir mixtape yayınlayan Santigold. Haftanın albümleri şöyle.
“Be the Cowboy” - Mitski
Babası Amerikalı, annesi Japon Mitski’nin hayatı, babasının işi nedeniyle pek çok ülkede geçmiş. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bu ülkelerin hiçbirinde kök salamamış. Ta ki aile New York’a yerleşene kadar. Mitski burada kendisini entelektüel bir popçu haline getiren imkanlara kavuşmuş. Entelektüel popçu demiyor tabii ki kendine ama bu benim hem müziğini hem de duruşunu tanımlamak için kullanabileceğim “indie müzisyen”den daha uygun bir tanım. Mitski’nin müziği “entertainment” olmasından çok insana ve kadın olmaya dair bir mesaj niteliği de taşıyor. Bu beşinci stüdyo albümü 2016 tarihli albüm “Puberty”nin de devamı niteliğinde. Albümde yer alan pek çok şarkıda bir kadının ailesi ve hayatındaki insanlarla ilişkileri anlatılıyor. Daha doğrusu Mitski’nin kadın olma hallerine dair fikirlerini şarkılar halinde izliyoruz. Öte yandan her biri iki küsur dakikadan uzun olmayan bu şarkılar tarz olarak çok geniş bir yelpazede. Kısa süren ama çoğu güçlü şarkılar var içlerinde. “Nobody” gibi hayli doğrudan ve
Şimdi anlatacaklarım, çocuk sahibi olmayanlara hiçbir şey ifade etmeyecek. Muhtemelen süper “uncool” ve sıkıcı bir konu bu onlar için. Biliyorum çünkü ben de böyleydim. Çocuk mu? Yolumu değiştiririm. Gerekirse şehir değiştiririm. Ama çocuk olduktan sonra her şey değişiyor işte.
“Lost In Translation”da Bob Harris (Bill Murray), Charlotte’a (Scarlett Johansson) şöyle diyordu: “Hayatının en dehşet verici günü ilk çocuğunun doğduğu gündür. Hayatın, senin bildiğin şekliyle artık bitmiştir. Asla geri gelmeyecek. Ama zamanla yürümeye başlarlar. Sonra konuşmayı öğrenirler. Ve sen hep onlarla birlikte olmak istersin. Sonunda hayatın boyunca karşılaştığın en şahane insanlar oluverirler.”
Ebeveyn olmayı bu kadar basit ve güçlü bir biçimde anlatan başka bir cümle bilmiyorum.
Cümlenin son kısmına odaklanın bir an için. Onlarla birlikte olmak. İnsan her yere çocuğuyla gitmek istiyor. Ama bunu yapmak kolay değil. Çünkü çocuk, bizim memlekette çok sevilen, ama kamusal yaşamda pek yer verilmeyen bir şey. Ben dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’deki kadar çocukluya yardım eden, çocuklunun halinden anlayan insanlar görmedim. Bakın bu doğru. Biz çocuk seven, çocuklara bayılan bir milletiz. Çocuk mevzubahis
Geçen hafta Aretha Franklin 76 yaşında hayata veda etti. “Soul’un kraliçesi”ydi. Popun kraliçesi Madonna ise 60’ına bastı. Aretha’yı kaybettik, Madonna’ya iyi bakmamız lazım, başka Madonna yok.
Madonna 60 yaşında” ne demek yahu! Aklım almıyor. Madonna 60 yaşında haberlerini görünce şaşkınlığımı gizleyemedim. Haberleri okuyup okuyup etrafıma bakındım. Varşova’nın kafelerinde kendisine “Madonna nasıl 60 olur?” diye soracağım birilerini arayıp durdum. Lehçe bilmemem tabii önümde büyük bir engel oluşturdu. Benim gözümde Madonna yaşsız, zamansız bir pop ikonu. Yaşlanması mümkün değil. 60 olamaz. Daha sonra yutkunarak yeniden gözümü ekrana diktim. Aretha Franklin’in ölüm haberi geldi. Soul’un kraliçesi 76 yaşında hayata veda etti. Onun 76 olmasına bir itirazım yok oysa ki. Aretha Franklin soul ve popüler müzik tarihinin neredeyse en başından beri vardı benim için. O 76 yaşında olabilirdi. Artık yaşlandığı biliniyordu. Hasta olduğu biliniyordu. 2010’da pankreas kanseri teşhisi konmuştu. Yine de sahneleri tamamen terk etmemişti.
Franklin deyince ‘60’lar ve ‘70’ler geliyor aklıma. Zihnimde yer eden Franklin ‘80’ler, ‘90’lar ve sonrasında yok. 60’larda takılıyor. Soul müziğin, blues ve
Bugün sizi müzisyen ve prodüktör Harun İyicil (Baker Aaron) ile tanıştırmak istiyorum. R&B, hip hop, soul dinleyen birinin “Prelusion” adlı EP’ye kayıtsız kalması zor
Baker Aaron’ı duymamışsınızdır. Ben de bir süre önce bu köşede çalışmalarına yer verdiğim müzisyen ve prodüktör Kerem Akdağ sayesinde tanıştım bu isimle. “Prelusion” adlı bir EP’si yayınlayınca iki çift laf etmek şart oldu. Baker Aaron yani Harun İyicil, Kerem Akdağ gibi soul, R&B, hip hop tarzlarının bir araya geçtiği bir zeminde kendine has müzikler üretmeye çalışıyor. Dünyanın farklı şehirlerindeki sanatçılarla işbirliği yapıyor. Onları stüdyosuna alıyor ve onlarla kayıtlar yapıyor.
İyicil, müziğe ilgi duyan, içinde müzisyenler de bulunan bir ailede yetiştiğini anlattı. Küçük yaşta orga ilgi duyduğu görülünce derhal klasik piyano dersleri almasına karar verilmiş. Müziğe ilk ciddi adımının bu olduğunu düşünüyor. Daha sonra Kadıköy Anadolu Lisesi’nde pek çok arkadaşıyla birlikte rock’a ilgi duymaya başlamış. “Bu dönemde bulabildiğim her türlü gitar, bas gitar ve davulla epey zaman geçirdim ve amatör gruplarla sahne aldım. Lisenin sonlarına doğru ilgim kulak dolgunluğumun da epey olduğu, caz, funk ve soul’a doğru