Eurovision şarkı yarışması geçen cumartesi gecesi yapılan büyük finalle sonuçlandı. Bu yıl Portekiz’in başkenti Lizbon’daydı. Yarışmayı İsrail kazandı. Güney Kıbrıs ikinci, Avusturya üçüncü, Almanya dördüncü, İtalya beşinci sırayı aldı. Avustralya bile katılıyor artık bu yarışmaya (20. sırada bitirdiler).
200 milyon kişi canlı izledi. New York Times başta dünyanın saygın basını takip ediyor. Guardian, Telegraph ve daha nice gazetede yorumlar, tahminler yer almıştı. Yarışma sonrası değerlendirmelerini de dün okudum. Avustralya basını yakından ilgilenmiş. Çok matrak bir yazı var The Australian’da, tavsiye ederim. Bütün bu yazılarda kendi kendiyle ve Eurovision’la dalga geçen, kafa bulan ama bir yandan bu gözleri yakan kitch’liğe kayıtsız kalamayan bir üslup hakim.
Biz, puanlama şöyleydi böyleydi diye atarlanıp 2013’te katılmayı bıraktık. 1975’ten bu yana katılıyorduk. 2004’te eleme turları geldikten sonra da 2011 hariç her yıl finale kaldık. 2003’te kazandık. Sonrasında da hep en
üstlerde yer aldık.
Halkımız bu yarışmayı izlemeyi severdi. O gece televizyonun karşısına geçer, eş dost toplaşır, çekirdek çitler, iki litrelik kolayı “pıst” diye açar, belki birasını, rakısını koyar, bağıra
Beatles’ın “Yesterday”i tarihin en fazla cover’lanan şarkısıymış. 2 bin 200 kez farklı sanatçılar tarafından cover’lanmış şarkı. Bakın “cover müessesesi” yıllar içinde nereden nereye geldi.
Birisi bir şarkıyı besteler ve söyler. Diğeri o kadar beğenir ki, şarkıyı alır kendi tarzında yeniden çalıp söyler. Bazen iki, üç, dört, beş yetmez bu “yeniden söylenme sayısı” binlere çıkar. Biz buna kısaca cover’lamak diyoruz. Ve bu kuruma çok önem veriyoruz. Yani ben veriyorum değerli okurlar. Çünkü cover’lar asıllarını yaşatırlar. Ve cover’lar bazen aslından ünlü olurlar. Nesiller boyu yaşayan şarkılar çoğu zaman cover’lar aracılığıyla zamanda yolculuk yapar. Yeni nesiller orijinallerini hiç duymadıkları şarkıların cover’larını sevdikleri şarkıcılardan dinlerler. Ben mesela “The Man Who Sold The World”ün bir Nirvana bestesi değil David Bowie cover’ı olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Ergenken “Heaven’s Door”u ilk kez sahibi olan Bob Dylan’dan değil Guns N’ Roses’dan dinledim.
Metallica’nın “Crash Course In Brain Surgery”sini dinleyen ve seven biri bu şarkının Budgie cover’ı olduğunu öğrendiğinde 70’lerin Galler’indeki rock sahnesini de keşfedecektir. Aynı albümdeki “Whisky In The Jar” belki
‘70’lerin Anadolu sound’u bugün de farklı şekillerde karşımıza çıkmaya ve şaşırtmaya devam ediyor. Hollandalı ve Türk müzisyenlerden oluşan “Altın Gün” ilk uzunçalarını geçenlerde yayınladı
Müzisyen Jasper Verhulst, Anadolu pop sound’uyla tanıştığı andan itibaren ona tutkuyla bağlanıyor. Araştırıyor, araştırdıkça merakı ve hayranlığı artıyor. Bir noktada tamamen ‘70’lerin Türk müziğine odaklanan bir grup kurmaya karar veriyor. Hollandalı ekibe Facebook’a verilen bir ilana başvuran iki Türk de katılınca “Altın Gün” ortaya çıkıyor. ‘70’lerin Anadolu pop/rock ve saykodelik sound’larını iyi analiz etmiş bir ekip bu. Müzikleri her ne kadar o yılların şarkılarını yine o yılların sound anlayışına göre yeniden üretmekten ibaret gibi dursa da o kadar basit değil. Kendi çağdaş dokunuşları ve tertemiz sound’ları hayranlık uyandırıyor. Hakikaten bu grubun müziğini dinlemek, 70’lerde gerçek müzisyenlerin cayır cayır enstrüman çaldığı, bilgisayarın ve programların işin içine henüz girmediği, her şeyin insan dokunuşuyla insan elinden çıktığı günlerin özel atomosferini hatırlatıyor.
“Altın Gün”ün “On” isimli albümünü dinlerken, bir yandan da Jasper Verhulst’a ulaştım. Kafamdaki soruları sıraladım.
Siyasi partiler seçim öncesi karşılıklı “ittifaklaştı”. İktidar ve muhalefet kendi aralarında güç birliği yaptılar. İki taraf da tek başlarına kazanılamayacağını düşünüyor. Gerçekten de artık tek başına kimse yeterli değil. Başka türlü olsa neden ittifak yapılsın?
Koalisyonlar dönemi şöyle kötü böyle berbat diye hayatında hiç koalisyon görmemiş, yaşamamış, başına gelen her olumsuzluğu hep koalisyonsuz dönemde yaşamış insanlara yıllarca koalisyonun ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmak çok zor olmalı. Nitekim bakın bugün memleket şartları işi oraya getirdi. Koalisyon yok ama koalisyon gibi ittifak var.
Yani tek başına olmuyor. Tek parti iktidarı bile kendi içinde bir koalisyon aslında. O koalisyon bozulunca büyü de bozuluyor. Tek başına olunca ne sen mutlu olabiliyorsun, ne senin seçmenin, ne de ülkenin geri kalanı. Kulağını kapattığında, “Bana ne” dediğinde, başka kimse yok gibi yaptığında bir süre idare ediyorsun. Ama sonunda koalisyon kendini dayatıyor. İttifak adı altında ya da başka türlü biçimlerde.
“Koalisyon” kelimesinin anlamına yıllarca olumsuzluk yüklendi. Ama bakın tek başına iktidarda olan parti, koalisyonu ilk yapan taraf oldu. Neydi ittifak? Tek başıma yeterli
ABBA son şarkısı “The Day Before You Came”i 1982’de kaydetti. 36 yıl sonra geçen hafta iki yeni şarkı kaydettikleri haberi geldi. Stüdyo deneyimlerini şöyle anlatıyorlar: “Zaman durmuş gibiydi. Sanki kısa bir tatile çıkmışız da ardından tekrar bir araya gelmişiz gibi”
35 yıl sonra yeniden güçlerimizi birleştirip stüdyoya girmenin eğlenceli olacağını hissettik. Zaman durmuş gibiydi. Sanki kısa bir tatile çıkmışız da ardından tekrar bir araya gelmişiz gibi.” ABBA 1982’de son şarkılarını kaydetti ve dağıldı. Geçen hafta gelen yeni şarkı açıklaması sürpriz oldu. Geçen ay ABBA’nın 2019-2020’de gerçekleşecek hologram turnesi açıklanmıştı. Okuduklarımıza göre grup “Abbatar” adındaki bu turnenin de kendilerini harekete geçirmesiyle yeni şarkı yapmaya karar vermiş. İki yeni şarkı var. Bunlardan “I Still Have Faith In You”nun Aralık’ta dijital platformlarda yer alacağı belirtiliyor.
Abbatar Tour şöyle bir şey: ABBA hologram teknolojisiyle sahnede konser görüntüleriyle yer alıyor. 2019 ve 2020 tarihlerinde bu konserler gerçekleşecek. Yani ABBA değil ama görüntüleri konser verecek. İsveç’in bugüne kadar dünyaya ihraç ettiği belki de en büyük şey ABBA. Toplam 10 yıllık kariyerleri süresince
Şebnem Ferah’la ilgili haberler çok şaşırtıcı, şok edici ya da “son dakika” tadında değil. Şebnem’in sesi hâlâ çok güçlü. Onu hâlâ çok iyi ve etkili kullanıyor. Müzikal açıdan mükemmeliyetçi tavrı da devam ediyor.
Belli ki her nota, her enstrümanın her nüansı her giriş, her çıkış, her davul atağı onun kulağının onayından geçmiş. Ekibine haksızlık etmek istemem, çalıştığı müzisyenlerin her biri kendi kişiliğini enstrümanına yansıtmayı başarmış yıllardır herkesin üslubunu tanıdığı isimler zaten. Ama Şebnem’in bu yönünü azıcık bilenler, onun içine sinmeyen hiçbir şeyin albüme girmeyeceğini bilir. Şarkılarını önce Şebnem beğenmek zorunda. Ve Şebnem zor beğenen biri. Onun konumundaki pek çok insan gibi, hatta onlardan daha da fazla mükemmelliyetçi.
Dedim ya haberler şok edici değil. Son albüm “Od”dan beş yıl sonra gelen “Parmak İzi”nde 10 Şebnem Ferah bestesi var. Aralarında baladlar var. İnişli çıkışlı “trafikli” rock şarkıları var. Akustik gitarla söylenenler var. Hepsini birbirine bağlayan bir tema da var. Bu bir konsept albüm değil. Ama konsepti yok da denemez. Hiç kimsenin son yıllarda ülkemizde yaşanan gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değil. Şebnem Ferah da eğer satır aralarını
Algıda seçicilik midir nedir bilmiyorum. Bugünlerde dünyada herkes aynı şeyleri konuşuyor gibi geliyor. Polonya’da çalışan bir tanıdık var. Geçen sohbet ediyoruz. “Her yerde aynı meseleler gündemde” dedi. Orada da iktidarın sağa kayması gündemdeymiş. 2015 seçimlerinin ardından AB’ye şüpheyle bakan muhafazakâr Hukuk ve Adalet Partisi, oyların yüzde 34’ünü alarak tek başına iktidara gelmişti. Değerler, tarihi birikimler, toplumlar ve gelenekler farklı, kıyaslanmaz. Ama meseleler ve endişeler bugün dünyanın pek çok yerinde aynı. Pek çok ülkede bir ikiye bölünme yaşanıyor. Bir taraf totaliter, sağ eğilimli. Diğer taraf liberal ve özgürlükçü. Bir taraf dangır dungur, kimseye sormadan burnunun dikine gidiyor; diğer taraf dur yapma, bir dinle diyor. Ama neticede gücü yetmiyor. Çünkü sandıklarda az farkla yeniliyor. İkiye bölünme denmesi de bundan. Bu ikiye bölünmenin tarafları neredeyse aynı sayıda. Arada küçük sayısal farklar var.
Siyasi görüşün karşıt iki parçası eşit sayıda olunca iktidara gelsen de yönetemiyorsun. Çünkü çoğunluğun rızasını alamadığın için, buna da hiç önem vermediğin için huzuru bulamıyorsun. Ben ne istersem onu yaparım dediğinde, itiş kakış gerginlik de bitmiyor.
Stream platformlarının konforu ve işleyişi sadece dinleme alışkanlıklarımızı değiştirmedi. Önerilenleri ve hazır listeleri dinlemek müzik üretimini de yeni bir yola soktu.
Bağımsız şirketlerin kendini en fazla duyurduğu ve dünyanın dört bir köşesinde dinleyici kazanma imkanı bulduğu mecralar stream platformları. Bunların içinde Spotify ve Apple belli başlı olanlar. Dolayısıyla bugün standart bir müziksever bunlardan birine mutlaka üye. Bu iki platformdan birinde yer almak demek çok geniş bir dinleyici kitlesinin elinin altındasınız demek. Buraya kadar her şey güzel. Mesele bundan sonra başlıyor.
Aynı zamanda birer dağıtım ağı olarak göreceğimiz bu mecralar, dinleyicilerinin müzik dinleme alışkanlıklarını not ederek onlara beğenecekleri tarzda müzikler öneriyor. Spotify’ın temel amacı kataloğundaki müzikleri insanlara dinletmek.
Sadece belli başlı büyük isimleri değil, herkesi dinletmek. Kaldı ki bu zaten müzikte internet devriminin de ana fikirlerinden biriydi. Stream sistemi dinlettiği ölçüde faydalı ve işlevini yerine getiriyor. Atıl kalan katalog olmasın isteniyor. Ekonomik modelde de gücünü koruması dinletmesine bağlı. Bu şekilde data kullanımı mümkün oluyor. Ve bu, sistemin