Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, rahat edeyim. Kapalı mekânlarda sigara içilsin, bu yasak kalksın istiyorum ben. Şimdi devam.
Kafeye girdim. Kendime esen bir masa buldum. Bilgisayarı açtım. Kulaklığımı taktım. Washed Out’un “Paracosm” albümünü dinlemeye başladım. Sabahları dinlemeyi severim ben bu albümü.
Neyse sonra önümdeki masaya biri geldi. O da kahvesini koydu. Kendine göre sabah ritüeline koyuldu ve bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti, dumanı yavaşça üfledi. O sırada gözlerini kısıp uzaklara baktı mı göremedim. Tek gördüğüm, üzerime doğru gelen dumandı. İçimden geçti. Ben de içmiş oldum sabah sigaramı.
Üzerinize duman gelince iki seçenek var. Biri nefes tutmak. Ancak yeniden nefes aldığınızda kokuyu yine de hissediyorsunuz. Çünkü üzerinize siniyor. Kısmi kurtuluş. İkinci yol kayıtsız kalarak dumanı solumak. Toplum sizden bunu bekler.
Eh felaket kaçınılmazsa... Ben de çektim içime dumanı, nasılsa burnumdan kulağımdan girecek, tatsızlık çıkarmayayım şimdi. (Yanlış anlamayın, ara sıra sigara içiyorum ben de ama şu an içmek istemiyorum ki).
Devam ettim. “It All Feels Right” isimli şarkının ortalarına bile gelmeden sigara küllüğe kondu. Kendi kendine için
Sadun ve Oda Boro tam 50 yıl önce bir pazar sabahı Kısmet’le Caddebostan’dan hareket etti. Dünya seyahatleri bugün hâlâ benzersiz bir ilham kaynağıdır. Ve denizcilikten bahsetmiyorum size, insanlıktan bahsediyorum...
Unutulur mu o her türlü cemiyet işkencelerinden uzak, asude günler. Ne kravat ne ceket, ne ayağında pabuç ne tıraş olma derdi. Gene işe gelmedin diye suratını asan müdür yok. Ne yetişilecek sıkıntılı bir randevu ne dört duvar arasında çalışma. Hey Allahım ne güzel günlerdir o yalnız senin varlığın ve yarattığın tabiatla baş başa geçen anlar...”
1966 yılının aralık ayında, Atlantik Okyanusu’nda bir yerlerde 10.5 metre boyunda ahşap bir yelkenli, derviş gibi bir o yana bir bu yana salınarak ağır ağır ilerliyordu. Ve güvertesindeki Sadun Boro’nun aklından bunlar geçiyordu. Ne en ufak bir pişmanlık ne “ulan n’aptık biz” paniği ne “acaba İstanbul’da ne kaçırıyorum” endişesi. Huzur ve mutluluk.
Bu durumu ve bu denizciliği şimdiki Türkbükü tipi “kalantor Türk denizciliği”yle karıştırmayın. Öyle bir şey değil. Mobil telefon yok, elektronik navigasyon cihazları ve yazılımlar yok. Otopilot yok. GPS yok. İnternet yok. Sadun Boro’nun elinde yüzlerce yıldır denizcilerin
Apple yeni bir ürün için patent başvurusu yaptı geçen hafta. Bu bir uygulama ve adı “digital mixed tapes”. Yani dijital karışık kaset. Sadece şarkılı değil, görüntülü de...
Apple’ın patentini aldığı digital mixed tapes uygulamasında sadece şarkılar değil görüntü, video ve resimlerle yapılabilecek karışık kasetlerden söz ediliyor. Mantık şu: iTunes’unuzda bir karışık kaset yaratabiliyor, bunun içine istediğiniz şarkıları, müzikleri koyabiliyor, sıraya dizebiliyor, bunlara görüntüler ve videolar da ekleyebiliyorsunuz.
Nasıl işleyecek? Şöyle olacak; adı patent belgesinde “digital mixed tapes” olarak belirtilen uygulamayı indireceksiniz, keyfinize göre bir mixtape yani karışık kaset hazırlayacaksınız ve bu belgeyi hazır olduğunda iTunes Store’a koyacaksınız, hediye olarak birine gönderebileceksiniz. Artık bu kaset kime hazırlanmışsa bu kişi bir mesaj alacak: Sizin için hazırlanmış bir karışık kaset var ve şurada bekliyor. Böyle bir şey... Kabul et, reddet ya da başkasına hediye et.
Bu kasetin farkı ne?
Ben bu haberi okuduğumda hayatında hiç karışık kaset hazırlamamış biri için bunun ne anlamı olacağını sordum kendime. İsteyen istediği playlist’i istediği mecrada yapıyor
Kulaklık kulağımda Obama’nın bu yaz dinlediği şarkıları dinliyorum.
Acaba dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir hava üssünden kalkan ABD uçakları bir yerleri bombalarken ya da drone’lu infazlar yapılırken hangisini dinliyordu?
Bob Dylan’dan “Tombstone Blues”u mu (mezar taşı blues’u) yoksa Bob Marley’den “So Much Troble in The World”ü mü (Dünyada o kadar çok sorun var ki)?
Chief of Staff odaya dalıp, “Sayın Başkan, Ortadoğu’daki filanca ülkenin başkanı arıyor filanca ülkenin diğer başkanıyla aralarında kavga etmişler, onu şikâyet etti, daha çok tank, helikopter ve roket istedi, ne yapalım?” dediğinde kulaklıkları işaret ederek “Şu an meşgulüm, görmüyor musun” hareketi yaptığında hangi şarkı çalıyor o sırada? Rolling Stones’dan “Gimme Shelter” mı acaba (Bana sığınacak bir yer göster)? Yoksa Lauryn Hill ve d’Angelo’dan “Nothing Even Matters” mı (Hiçbir şey umurumda değil)?
John Kerry sıcak bir öğle vakti telefon edip “Şu anda Afrika’da bir yerlerdeyim, neyse kısa keseyim, buradaki iyi diktatörü destekleyelim mi, ne yapalım” diye sorduğunda klimalı odasında John Legend ve Andre 3000’dan “Green Light”ı dinleyip (Yeşil ışık) hafifçe swing yaparak mı veriyor yanıtını?
Normandiya
Müzik sektöründe en değerli şeyin artık size müzik öneren kişisel radyolar olduğundan bahsetmiştim. Onlardan birinden, Japonlara satılan MixRadio’dan söz edeyim bugün
Nokia bir süre önce Microsoft’a satıldı. Konuyla ilgili olanlar zaten biliyor. Microsoft işine yarayan bölümleri kendi bünyesinde tutup benzeri kendinde olan bazı birimleri ayrı ayrı satışa çıkardı. Bunlardan biri Nokia’nın hayli yatırım yaptığı, benim de zamanında New York’taki lansmanına katıldığım için yakından takip ettiğim MixRadio’ydu ve Japon, Line Corporation’a satıldı. Line, MixRadio’yu bağımsız bir kişisel radyo hizmeti olarak 31 ülkede hizmete soktu. Bu ülkeler içinde Türkiye de var.
Nereden nereye...
MixRadio ne yapıyor? Çok basite indirgersek şunu yapıyor: Size önce bir menü sunuyor. Zevkinize göre bir ya da birkaç tür, bir-iki sanatçı seçtiriyor. Sonra bu seçimlerinizden hareketle kişisel radyo yayınınızı başlatıyor. Siz çıkan şarkıları beğendikçe ya da beğenmedikçe zevkinizi daha iyi anlıyor ve size giderek daha isabetli önerilerde bulunuyor. Bir süre sonra kişisel miksleriniz oluşmuş oluyor. İsterseniz önceden hazırlanmış tematik miksleri dinleyebiliyorsunuz.
Bu miksleri ücretsiz olarak
Müzisyenler her zamankinden daha girişimci. Will.i.am’in akıllı saat markası var, Dr. Dre’nin Apple’a sattığı dev şirketi, Katy Perry’nin parfümü, Kanye West’in giyim kuşam şeysi. Artık müzisyenlik böyle...
Pharrell’in giyim markası, ayakkabı markası var. Beyonce’nin pek çok girişimi yanında parfümü var. U2, Elevation Partners isimli yatırım şirketini kurdu. AVM’si de var, gökdeleni de... Saya saya bitmez ama şarap işine giren de var, taşımacılığa da, uçak alıp charter’a başlayan da, sanat simsarlığı yapan da, teknoloji firması kuran da...
Moda tabirle bunu “satın almıyorum”
Bir müzisyenin plak şirketi kurmasını, stüdyo açmasını, müzik merkezli bir işe girmesini bu kategorinin dışında tutmak istiyorum. Reklamlarda oynamasını, bir markanın yüzü olmasını da girişimcilik kapsamına almıyorum. Benim derdim girişimcilik, işadamlığı.
Eski dünyada bir müzisyenin, sanatçının patron ya da CEO olmayı isteyeceğini, her gün filanca “avenü”deki ofisine gitmekten, gün boyu toplantılara katılmaktan zevk alacağını, habire telefonda olmak, konferans “call”lar yapmak isteyebileceğini düşünemiyorum. Hayal edemiyorum.
Jim Morrisson yaşasaydı parfüm satmak için bunları yapar mıydı acaba?
9 Ocak: Cumhuriyet tarihinin ilk sivil anayasasını hazırlamak için ANAP, DYP ve SHP çalışmalara başladı. Refah Partisi bu çalışmalara katılmayarak muhalefet etti.
13 Ocak: ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Tansu Çiller’in bazı milletvekillerine transfer karşılığı bakanlık önerdiğini iddia etti.
18 Şubat: Fethullah
Gülen, 23 Şubat’ta vereceği
iftar yemeğine Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını da çağırdı.
12 Mart: Gazi Mahallesi’nde Alevilere ait üç kahvehane tarandı. Bir kişi öldü, beş kişi yaralandı. Ertesi gün Gazi Mahallesi’nde gösteri için toplanan kalabalığa polis ateş açtı. 17 kişi hayatını kaybetti. Mahalleden çıkışlar polis tarafından yasaklandı. Sonraki gün asker mahalleye girdi.
20 Mart: Türk ordusu 35 bin kişilik bir kuvvetle Kıbrıs sonrası en büyük kara harekâtını Kuzey Irak’a yaptı. Genelkurmay’ın açıklamasına göre Irak’ta 2245 PKK’lı öldürüldü.
6 Mayıs: Başbakan Çiller Türkiye’nin en geç 1998’de AB’ye tam üye olacağını müjdeledi.
1990’lı yıllarda savaş vardı, kan akıyordu, ekonomi berbattı, ülke belki de tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu. Ama iyi şeyler de vardı...
-Türkçe pop:Daha iyiydi. Bugün ne dinliyorsanız orijinali ve çok daha iyisi 1990’larda yapıldı. Pop ve rock altın yıllarını yaşadı. Milyonlarca albüm satıldı. Tek tek saymaya gerek yok, Tarkan ve Şebnem Ferah gibi starlar çıktı. Bugün hâlâ o starların üzerine star gelmedi. O yıllarda yapılanları aşamadı Türk popüler müzik âlemi. Toplumsal travmalardan hep orijinal şeyler çıkmıştır. İnsanlar bunalıma girdiğinde hep eğlence ve hayal gücü patlamıştır, belki nedeni odur. Bizim bugünkü bunalımımızdan da bir şeyler çıkar inşallah diye bekliyoruz. Geriye kala kala Uğur Işılak’ın şiiri
ya da en çok bu videolara güldük listeleri kalacak diye de için için korkuyoruz (yani ben korkuyorum).
-Beyoğlu/Taksim:90’lara kadar kimsenin yolunu düşürmek dahi istemediği; pavyonlara, ikinci sınıf içkili mekanlara, berbat otellere terk edilmiş bir yerdi. 90’larla birlikte yeniden doğdu, yeniden kültür ve sanat ortamı haline geldi, Beyoğlu’nun müdavim kitlesi değişti, üniversiteliler buraya yeni bir soluk getirdi, aynı zamanda buradan da etkilenip