Pazarları aşk meşk yazmak adet ya. Modaya uyalım, bu pazar öykünüz de benden olsun. Gerçek bir hikaye. Hepimizin başından geçebilir, geçmiştir de... Önce okuyun sonra neden bahsettiğimi söyleyeyim
Olayın kahramanı anlatsın: “Ağustos ayında bizim de çaldığımız bir festivalde gördüm onu. Hiçbir şeyi umursamıyor gibiydi. Harika bir sesi, gülüşü, şahane şarkı sözleri ve büyülü bir hali vardı.
Biz çıkıp şarkılarımızı çaldık. Bittiğinde bizi izleyip izlemediğine baktım. Oradaydı. Sıra ona gelince sahneye çıktı. Üzerinde uzun bir elbise ayağında asker botları vardı. Şarkılarını söylerken ben aşağıda onun için deliriyordum. İçim içimi yiyordu. Şovdan sonra yanına gittik. Müziğini çok beğendiğimizi söyledik. Bize kuru kuru teşekkür etmek yerine onunla takılmamız için davet etti. Ama muhabbetin en güzel yerinde tur menajeri içeri girdi ve bir sonraki konser için hareket etmeleri gerektiğini söyledi. Gidiyordu ve muhtemelen bir daha asla göremeyecektim onu. Bir şey yapmam gerekiyordu. Hemen soyunma odasına koştum, ona bir mektup yazdım. Onun için bir şeyler hissettiğimi bilmesini istedim. Tam otobüse binecekken yakaladım ve eline tutuşturdum. Şaşırdı, gülümsedi. Mektubu alıp bir şey söylemeden arkasını döndü, otobüse bindi. Sonra? Hiçbir şey olmadı. Ne bir mesaj, ne bir haber. Tek bir sözcük bile gelmedi.
Aradan bir yıl geçti. Hayat devam ediyordu. Başka biriyle birlikte olmaya başlamıştım. Hayatım iyi gibiydi. Derken o bir albüm yayımladı. Bir gecede dünyanın bir numaralı kadın şarkıcısı olmuştu. Herkes ondan bahsediyordu. Bir gün bir arkadaşım şehre taşındığını ve en sevdiğim kahvaltı mekanlarından birinde ara sıra takıldığını, oraya gidersem onu görebileceğimi söyledi.
Gittim. Oradaydı. Görür görmez içim eridi. Onunla hemen orada evlenebilirdim. Karşılaştık ve konuşmaya başladık. Festivalde karşılaştığımızı, ona bir not verdiğimi ama bana hiçbir yanıt vermediğini söyledim.
‘Biliyorum’ dedi. ‘Mutfak dolabının üzerinde duruyor o not.’ İnanamamıştım. ‘Gerçekten mi?’ diye sordum. ‘Ne sanıyordun, birinin bana böyle bir not yazacağını ve benim bunu atacağımı mı?’ Beni yemeğe davet etti. İzleyen günlerde beraberdik. Birlikte zaman geçiriyorduk. Müzelere, filmlere gidiyor, yemekler yiyorduk. Ona direksiyon dersleri verdim. Arabayla saatlerce dolaşıp müzik dinler, öpüşür, konuşurduk. Ama bana hiçbir zaman kapılarını tam olarak açmadı. Ne ruhen ne de fiziksel olarak. O güne dek yaşadığım, içinde seks olmayan en anlamlı ilişkimdi bu.
Haftalar geçiyor, ilişkimiz giderek derinleşiyor, duygusal ve fiziksel anlamda bana daha fazla yakınlık gösteriyordu. Ama yine de onu tam olarak anlayamıyordum. Tek bildiğim ona bağlandığımdı. Bütün zamanımı onunla geçirmek istiyordum. Çocuk gibiydim. O ise daha mantıklı olan taraftı. Birbirimizi dengeliyor gibiydik. Her şey iyiydi. Mutluydum. Ona baktığımda onun da mutlu olduğunu görüyordum. Güldüğünde gözlerinde çiçekler açıyor gibiydi. Bu beni delirtiyordu.
Bir gün onu aradım ve telesekreterine mesaj bıraktım. Eve geri döndüğümde kendi telesekreterimde bir mesaj buldum: ‘Nasılsın? Yarın şehirden taşınıyorum. Beni aramanı ya da beni görmeye gelmeni istemiyorum. Hoşçakal.’ Şoktaydım. Bir gece önce ‘Seni tekrar görmek için sabırsızlanıyorum’ diyen kadın şimdi ‘Beni arama ve görmeye gelme’ diye mesaj bırakmıştı. Ne yapacağımı bilemedim. John’u aradım, durumu anlattım, perişandım. Bana böyle davranıldığı için delirdi. En yakın arkadaşlarımdan biriydi neticede. Evde oturup bir şeyler karalamaya başladım. Sonra John’u tekrar arayıp “Oraya geliyorum” dedim. Gece yarısı evindeydim. Yazdıklarımı aldı. Gitar çalmaya başladı. ‘Bu şarkıyı bu gece bitireceğiz’ diyordu. Deli profesör gibi gitar çalıyor, kaydediyor, vokal efektleri ekliyordu.
Sabah beşte bitirmiştik. Kaseti çıkarıp bana verdi. Dışarı çıktığımda deli gibi yağmur yağıyordu. Arabamı sürdüm ve henüz gitmemiş olması için dua ederek evinin önüne geldim. Kapının önüne kadar gittim. Yağmurun altında bekledim ama zile basamadım. Kaseti posta kutusuna bıraktım ve döndüm.
Zaman geçti. Albümümüz çıktı, hayat devam etti. Trajediler, zaferler yaşadık. İnsanlar öldü, insanların çocukları oldu. Ve ben hep o gün o kapıyı çalsaydım, onu bir kez daha görseydim hayatım nasıl olurdu diye düşündüm.
Yıllar yıllar sonra bir ödül töreni çıkışı otoparkta arabamı beklerken bir limuzin yanaştı. Kapı açıldı. Oydu. Ona doğru yürüdüm. Beni gördü, başıyla selam verdi. İkimiz de merhaba dedik. Ağzımdan başka tek kelime çıkmadı. ‘Kaseti aldın mı?’ diye soramadım. Sessizliğimi zoraki bir gülümsemeyle karşıladı. Hayatımdaki en korkunç ve en iletişimsiz andı. Yürüdü ve uzaklaştı.
Kimbilir, belki de bana iyilik yapmıştı... Beni bir sürü acıdan ve beladan kurtarmıştı.” Yıl 1989-1990. Hikayedeki adamın adı Anthony Kiedis. Red Hot Chili Peppers’ın solisti. O dönem tanınmıyorlardı. 1991’deki “Blood Sugar Sex Magik” albümüyle büyük bir çıkış yakaladılar ve halen dünyanın en büyük bir-iki grubundan biri durumundalar. Kadının adı Sinaed O’Connor. 90’ların en büyük kadın şarkıcılarındandı. İnişli çıkışlı bir hayat yaşadı. Kariyerine devam etti ama eskisi gibi ses getirmedi. O kaseti buldu mu, şarkıyı dinledi mi, ondan başka kimse bilmiyor. Yakın arkadaş John? Red Hot Chili Peppers gitaristi John Frusciante.
O yağmurlu gecede yazılan şarkının adı ise “I Could Have Lied”. “Blood Sugar Sex Magik” albümünün en güzel şarkılarından.
İki hafta sonra 8 Eylül’de İstanbul’da izleyeceğiz ya Red Hot Chili Peppers’ı, belki solisti hakkında ve şarkılarından birinin hikayesi hakkında birşeyler bilmek istersiniz diye düşündüm. Ve tabii içinden çıkılamayan ilişkiler, kadınlar ve erkeklerin anlamlandırılamayan davranışları hakkında bir hikaye daha duymak istersiniz diye... Meraklısına bir de öneri; Anthony Kiedis’in otobiyografisi “Scar Tissue”da daha çok var bu hikayelerden.
Red Hot Chili Peppers 90’larda...
Plak şirketleri sizi nasıl fark eder?
Eminim bir sürü grup ve sanatçı plak firmalarının, yöneticilerinin ya da patronlarının onları fark etmesi en azından isimlerini bilmesi için yanıp tutuşuyor. Bu piyasada fark edilmek önemli bir şey. Bakın bir tüyo vereyim. Red Hot Chili Peppers şöyle yapmış zamanında. Yıl 1983. EMI ile anlaşma imzalıyorlar ama kimse bunları hâlâ tanımıyor. Binanın kapısından girerken bile ‘Kim bu serseriler?’ gözüyle bakıyor güvenlik. Bağlı oldukları plak şirketlerine girmek ve ofise çıkmak için bile elli takla atıyorlar. Bir süre sonra bu durum iyice can sıkıcı oluyor ve Kiedis ile Flea patronla tanışmak istiyorlar. Elbette onlara “Patronla tanışamazsınız o bu işlerle ilgilenmez” deniyor ama anlayan kim? Bir gün gene güç bela ofise giren ikili, patron Jim Mazza’nın ofisine çıkıyor. Sekreterin önüne oturuyor ve “Biz Bay Mazza’yla görüşeceğiz” diyorlar, “Sanatçısıyız da...”
Kadın “Toplantıda” deyince bizimkiler deliriyor, üstlerindekini çıkarıp çırılçıplak Mazza’nın odasına dalıyor, masanın üserine çıkıp iki tur atıyor, toplantıyı dağıyıp asansörde gözden kayboluyorlar.
“En azından artık adımızı biliyorlardı” diye anlatıyor Kiedis.
Aklınızda bulunsun.
Sen de mi Sting?
* Tamam The Police’in ardından bir-iki iyi albüm yaptıktan sonra bir adet sofistike Michael Bolton oldun ve romantik şarkılarla orta yaşlı kadınların kalbini kazandın;
* Tamam artık eski punk günlerinden, o zamanlar yaptığın şahane bestelerden ve orijinalliğinden eser yok artık;
* Tamam bütün bunlar kariyerini zirveye çıkardı, sektörün en büyük isimlerinden biri oldun;
* Tamam büyük paralar kazandın ve kazanmaya da devam ediyorsun;
Tamam da, yine de Gazprom yöneticisi Alişer Usmanov’un villasında düzenlenen Rus işadamı David Kaplan’ın doğum gününde çalmak zorunda mıydın? Putin’in halasının kızına ve Berlusconi’ye özel konser vermek çok kazandırıyor olabilir ama ihtiyacın mı vardı? Yoksa büyük bir onur mu duydun?
The Police nere, Rus işadamının doğumgününde çalmak nere...
Ne diyordu o Duman şarkısı? Giderek üzdün bizi zaman, sıraya dizdin bizi zaman...
Çıkmasını merakla beklediğim 3 albüm
“Sun” - Cat Power: Chan Marshall, yani Cat Power “Altı yıldır boş boş oturmuyordum, yeni şarkılar yapmakla meşguldüm” demiş. Orijinal besteler içeren son albümünün üzerinden bu kadar zaman geçmiş meğer. Şaka maka 40 yaşına geldi güzel Cat Power. Albüm Flea’nin Los Angeles’taki stüdyosunda hazırlanmış. Albüme katkıda bulunanlar arasında enteresan bir isim var. Philippe Zdar. Onu 90’ların sonunda Cassius adı altında yaptığı dans şarkılarıyla (bkz. “1999”, “Feeling For You”) hatırlıyoruz. Ama kendisi Beastie Boys’un şahane albümü “Hot Sauce Committee Part Two”nun da prodüktörü. Phoenix ile de çalıştığını belirteyim Zdar’ın. Albümü çok merak ettim ben bunları duyunca.
“Shields” - Grizzly Bear: Memleketleri New York’tan kaçıp Texas’a gitmişler ve 10 yeni şarkı hazırlamışlar. Kuşların söylediğine göre albüm önceki “Veckatimest”ı aratmayacakmış. Gitar ve vokal sevenler merakla beklesin.
“Mirage Rock” - Band of Horses: İlk albümleri “Everything All The Time”ın büyük hayranıyım. Üçüncü albümlerinde giderek poplaştıklarını düşündüğümden acaba sırada ne var diye büyük meraktayım. Prodüktörleri Bob Dylan’dan The Rolling Stones ve Beatles’a efsanelerle çalışan efsane isim Glyn Johns. Bakalım onlara nasıl bir yol haritası çizdi.