Hayatının merkezine dini değil insanlığın evrensel değerlerini ve aklı koymayı, Türkiye’deki çoğu muhafazakâr ateistlik olarak görüyor. Laik diyen var, seküler diyen var, modern diyen var. Çok daha kötü anlamlara gelecek aşağılayıcı kelimeler de kullanılıyor.
Ancak asıl dikkat çekici olan, muhafazakârların modernleri nasıl gördüğü değil, modernlerin kendilerini nasıl gördükleri ve tanımladıkları. Ben buna kafa yormak istiyorum bugün iki satır izin verirseniz. Her gelişmede tepki olarak iki cepheye ayrılan ve birbirine durmadan aynı yerlerden boşuna ateş eden iki kangrenleşmiş kesim görmekten usandım.
Bir defa kabul edelim ki Türkiye’de pek çok modern, varoluşunu yaşam boyu sürecek sınırsız bir hedonizmle açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Hayattaki temel amacını iyi giyinmek, iyi yemek, iyi gezmek, iyi eğlenmek olarak gören, hayatını bunun üzerine kuran önemli bir genç yetişkin kitle var. Biraz sosyal medyaya bakarsanız hayli kalabalık olduklarını göreceksiniz. Bu kitlede ‘modernlik işte budur, muhafazakârlık ise buna engel oluyor’ fikri yerleşmiş durumda.
Halbuki yeni muhafazakârlar da çok farklı değil. Onlar da son yıllarda kavuştukları maddi imkânlar sayesinde yeni kapılar açmanın, yeni topraklar keşfetmenin, yaşamın kendilerine sunacağı seçkin zevkleri tatmanın, sınıf atlamanın ve elitleşmenin peşindeler. Ama kendilerini ulvi bir mücadelenin neferi olarak görerek bu arzularını bir üst amaca eklemleyip taleplerini rasyonalize edebiliyorlar. Önceden sahip olmadıkları ekonomik ve sınıfsal pozisyonlarını borçlu oldukları, çok net tarif edemeseler de inanmayı tercih ettikleri ‘Yeni Türkiye’ adında bir idealleri var. Bu bakımdan modernlere göre çok daha fazla dayanışma ve kader birliği içindeler.
Modernler ise benzer bir ulvi amaçtan yoksun görünüyorlar. Endişeli olmak dışında bir ortak yanları yok gibi. Kolektif bir gelecek algıları giderek yok olmuş durumda. Bireysel gelecek fikri ağır basıyor. Bu bakımdan nesli tükenen türlere benziyorlar. Her şeyden bunalınca, işler istedikleri gibi gitmeyince ‘yurtdışında okumak, gerekirse garsonluk, benzincide pompacılık yapmak’ gibi çözümleri var (‘Olmadı pazarda limon satarım’ın yeni versiyonu). “Yeter artık, burada bir dakika daha duramam” ruh halindeler. Ama bunu gerçekten yapabileceklerine de inanmıyorlar. Bu ihtimali sanki kolayca hayata geçebilecek bir şeymiş gibi bir kenarda tutmayı rahatlatıcı buluyorlar.
Üstelik sırf muhafazakâr olmadıkları için kendilerini modern sayıyor, her şeyi doğru yaptıklarını düşünüyor, kendilerini sorgulamıyor, geliştirmiyorlar. Değerlerini tazelemiyor, varoluşlarını dayandırdıkları demokrasi, çağdaşlık, cumhuriyet, laiklik gibi kavramları güncelleme ihtiyacı duymuyorlar. Kendilerini ‘muhafazakarlığa tepki’ olarak ortaya koydukça, karşı tarafın onları tarif etmesine de izin vermiş oluyor kendilerine biçilen elbiseyi edilgen bir biçimde giyiyor, rollerini benimsiyor ve sahipleniyorlar. Bu şekilde ‘modern’ olmak, bir karikatürden öteye geçemiyor.
Türkiye’de modernlerin geleceği, öncelikle kendilerini cesurca ve önyargısız bir biçimde yeniden tanımlamaktan geçiyor. Söylenmenin, alaycılığın, ironinin, sinizmin, sosyal medyada yaşanan sinir krizlerinin faydası yok.