Amerika’da yayımlanan bir makaleye göre pop müzik zaman içinde giderek daha depresif olmuş. 60’larda, 70’lerde, 80’lerde hatta 90’larda bile şimdikinden daha neşeli şarkılar dinliyormuşuz
Psychology of Aesthetics, Creativity, and the Arts” dergisinin son sayısında yayımlanan bu araştırma ABD’de geçen on yıllarda hit olan şarkılar baz alınarak yapılmış. Buraya iki önemli not düşmek lazım. Birincisi Amerika’da yapılan müzik genel olarak bütün dünyada tüketilen, dinlenen ve popüler müzik dinleyen herkesi etkileyen bir müzik. Yani “Amerika’da öyle ama dünyanın kalan kısmında farklı” diye bir durum pek yok.
İkincisi, şu bir gerçektir ki Amerikan pop müziği her zaman İngiliz ve Avrupa pop müziğine göre daha eğlenceli olmuştur. “Entertainment” temel alınarak yürür işler. İnsanlar eğlensin, iyi vakit geçirsin yani amaç.
Pop müzikte dünyayı etkileyen ikinci önemli merkez Ada’dır. Yani Britanya adası. Ve biliyoruz ki Ada’dan çıkan müzikler ABD’den çıkan müziklere göre her zaman depresif ve üzgün olagelmiştir.
İşte bu denge değişmiş. Benim için bu araştırmada en çarpıcı olan şey, artık ABD’nin de üzgün şarkı üretmesi. Pop müzikte zamanın ruhu bu.
Son 10 yılda üçüncü dünya savaşı çıkmadı ama yaşanan ekonomik krizler insanoğlunu kötü etkilemişe benziyor. Araştırmada böyle deniyor. Araştırmacılar Glenn Schellenberg ve Christian von Scheve 1965-2009 arasında Amerika Top 40 listesine giren 1000 adet hit şarkıyı incelemiş. Peki nasıl incelemişler? Hem sözler hem de genel anlamda müzik açısından. Majör tonda bestelenmiş şarkıları genel anlamda mutlu, minörleri de genel anlamda mutsuz kabul etmişler. Yanlış mı? Bence değil. Tıpkı Mazhar Alanson’u dediği gibi: Majörler bitti minörlere yolculuk yani, sizin anlayacağınız.
Araştırmaya göre her geçen 10 yılda daha fazla minör şarkı listelere girmiş.
Tabii bu kadar basit de değil araştırma. Yani şarkıları bu basit müzikal kurala göre mutlu ve mutsuz diye ikiye ayırmak mümkün değil. Hayatı siyah ve beyazdan ibaret sanmak gibi bir şey olurdu bu. Araştırmaya göre yıllar ilerledikçe şarkılar grileşmiş. Yani artık çok mutlu ya da çok mutsuz şarkılar yok. Az mutlu, az mutsuz, melankolik, depresif, durgun, üzgün, içe kapanık, dışa dönük, manikdepresif şarkılar da var.
Bunu piyasada talebe göre arzın çeşitlenmesi olarak açıklamışlar. Yani duygular sofistike oldukça şarkılar da onları takip ediyor.
Gerçekten de piyasa üzgün dans şarkılarıyla, melankolik arena rock hit’leriyle, öforik ama depresif melez müziklerle dolu. Artık kitlesel değil kişisel olarak yaşıyoruz duyguları. Şarkılar da buna göre duygusal çeşitlilik arz ediyor. Ve giderek üzgün oluyorlar.
Benim bundan anladığım: İnsanlar giderek yalnızlaşıyor ve mutsuzlaşıyor. Ekonomik krizlerin ve hiç bitmeyen bölgesel savaşların etkileri psikolojimizde derin izler bırakıyor. Endişe, korku, aşk acısı gibi insani duyguları tetikliyor ve çeşitlendiriyor. Sektör de giderek bu durumun farkına varıyor ve arzı karşılamaya çakışıyor. Nasıl derler, acıyı bal eyliyorlar. Balı burada para olarak okuyabilirsiniz.
Tabii biz Türklerin durumu farklı. Bizde 70’lerden beri arabesk var. Türk sanat müziği eserlerimizin neredeyse tamamında acı, depresyon, gözyaşı ve melankoli hakim.
Ne diyeyim, ayrı bir araştırma lazım bizi anlamak için...
Acıların çocukları (Bilinçli tüketiniz)
Pink Floyd: 70’lerden itibaren yaptıkları neredeyse her albümde üzgündüler. Savaşlara, İngiliz emperyalizmine, ergenlik bunalımlarına her şeye en baba onlar üzüldü o yıllarda.
The Smiths: Bireysel sefillik, aşk acısı, kenara itilmişlik... Kısaca mutsuzluğun kitabını yazdı The Smiths 80’lerde. Solistleri Morrissey günümüzde tek başına devam ettiriyor geleneği...
Nirvana: 90’larda dünyayı “mutsuz eden” Nirvana’ydı. Zamanın ruhunu en iyi onlar ifade etti. Hislere en iyi onlar tercüman oldu. Her şeyden çok sıkılmışlardı. Mutsuzluk onlarla bir müzikal akım oldu, bir felsefe kazandı.
Elliott Smith: Yazdığı şarkılar, ses tonu ve gitarıyla derinden etkileyen bir ozan ve şairdi. 90’larda bambaşka bir damar açtı müzikte. Şarkıları hâlâ çok yeni, ona olan ilgi hâlâ çok taze (neredeyse her yıl yeni bir derleme albümü çıkıyor ölümünden sonra) ve şarkıları hâlâ çok güncel.
Amy Winehouse: Şarkılarında hep mutsuz ilişkilerden ve karşılıksız aşklardan, yalnızlıktan bahsetti. Milyonlar onu ve şahane vokalini dinledi. Hâlâ da dinlemeye devam ediyor ölümünün ardından.
The xx: Acıyı sanata dönüştüren en güncel ve en popüler isim onlar. The xx’in bireyselliğe yalın ve ‘üzgün’ yaklaşımı minimal müzikleriyle birleşince çok etkili oluyor. Yeni albümleri şu ara yayımlanmak üzere.
Takip ediniz.
CUMARTESİ ALBÜMÜ
“Four” Bloc Party
Albümden yayımlanan ilk single “Octopus”u dinlememiş birisi, albümü baştan dinlemeye başlasa “Yeni Incubus albümünü mü dinliyorum acaba” diye dşünebilir. Ama devamında taşlar yerine oturuyor. 2005’teki ilk albümleri “Silent Alarm” bir indie-punk-rock klasiği oldu artık. Bu şahane çalışmanın devamı tam anlamıyla gelmemişti ve İngiliz dörtlü bir süredir ayrıydı. Solist Kele Okereke’nin solo dans albümü ise kafaları iyice karıştırdı. “Four” şunu gösteriyor, ayrılık gruba yaramış. Şahane yeni nesil punk rock şarkıları, sevdiğimiz davul atakları ve gitar sound’u. Yılın en iyileri arasına girecektir. Demek ki her ayrılık kötü değilmiş. Bazıları sonunda iyi bir şeylere vesile oluyormuş. Diyelim...
İTİRAF EDİYORUM
* “Geçmişin güzel yanlarından biri de geçmiş olması” diyordu biri geçenlerde bir filmde. Paylaşmadan edemedim...
* Kanal 7’nin yeni yarışması “Yabancı Yarim”in tanıtımında “En hızlı benim yabancı yarim çamaşır asar diyorsanız, doğru kanaldasınız” denmesini Türk erkeğinin vizyonunu göstermesi bakımından anlamlı buldum. Bu kanala göre yar başka bir işe yaramıyor herhalde...
* Mars’ta çalan ilk şarkının Will.i.am’in “Reach For The Stars”ı olmasına itirazım var. David Bowie’nin “Space Oddity”si dururken...
* Tek bir Meltem Cumbul köşe yazısı görmeye tahammülüm yok. Size ne, bize ne...