Ortalık başarı hikayesinden geçilmiyor. Peki başaramayanlara ne oluyor? Mesela eski rock’çılar nereye gidiyor? Ne yapıyorlar? Bakın size bir kaybeden hikayesinden bahsedeyim bugün
1984 yılında Japonya’daki Super Rock Festivali’nin dört ana konuğu vardı. Scorpions, Whitesnake, Bon Jovi ve Anvil. Hepsi izleyen yıllarda milyonlarca albüm sattı, dev dünya turneleri gerçekleştirdi ve hatırı sayılır birer servet sahibi oldu. Bizim memlekete bile birden çok geldiler. Biri hariç. Anvil.
Kanadalı heavy metal grubunun üyeleri bu zaman zarfının sonunda kendilerini hayal ettiklerinden farklı yerlerde buldular.
Gitarist Steve “Lips” Kudlow kamyon şöförü oldu, davulcu Robb Reiner inşaat işçisi... Metallica, Anthrax, Megadeth, Slayer gibi grupları etkilemiş, onların üyelerine ilham vermiş ve kendine hayran bırakmış, 14 stüdyo albümü bulunan bir grubun kurucuları ve has üyeleri için hazin bir durum.
80’ler heavy metalin altın yıllarıydı. Bugün hâlâ en baba popçunun 10 katı albüm satan,
dev ekonomiler oluşturan grupların tamamı o dönem kuruldu ve gelişti. Yıllar içinde onların yükselişini, başarılarını, trajedilerini, krizlerini
ve dramlarını anlatan belgeseller çekildi, yazılar ve röportajlar yayımlandı. Ancak hayat bundan ibaret değil. Evet kazananların, başaranların, yükselenlerin hikayeleri anlatılır. İnsanlar kazananların hikayelerini
duymaktan hoşlanır.
Peki başaramayanlara ne oluyor? Merak ediyor musunuz? Ben de pek etmiyordum. “Anvil! The Story Of Anvil” belgeselini izleyene kadar.
Yıllar önce Metallica’nın zor zamanlarına odaklanan “Some Kind Of Monster” isimli belgeseli izlemiş ve büyük bir grubun dağılma noktasına gelip tekrar yükselmesine şahit olurken pek bir hislenmiştim. Meğer hiçbir şey görmemişim.
Anvil’in hikayesini anlatan “Anvil! The Story Of Anvil” belgeselini izledikten sonra Metallica üyeleri bana resmen şımarık zengin çocukları gibi göründü.
Anvil üyelerinin inşaattan ve kamyonla teslimattan vakit buldukça mahalle barlarında 40 kişiye konserler vermesi, ardından bir İtalyan hayranlarından gelen telefonla gaza gelip işlerinden güç bela izin alarak konser başı 1.500 avroya Avrupa turnesine çıkma çabaları çok hüzünlüydü. Trenler kaçacak, yollarda kalınacak, konserler iptal edilecek, vadedilen paralar alınamayacak ve elemanlar tren istasyonlarında kalmaya başlayacaktı. Ben izlerken her sahnede “Hayır artık bu da olmasın bari” diye diye perişan oldum. Bir Romanya konserleri var ki, artık bu dramın tepe noktası. 10 bin kişilik konser mekanı, organizatörler “Merak etmeyin, tanıtımı şahane yaptık en az beş bin kişi gelecek” diyor. Gecenin sonunda grup sahne arkasında konsantre olup birbirlerine başarı dileyip sahneye çıkıyor. Karşılarında sadece
174 kişi var.
Kendisi de bir Anvil hayranı olan Sacha Gervasi tarafından çekilen film 2009’da Sundance Film Festivali’nde gösterilmişti. Ben yıllarca izlemedim, sonunda bir akşam yemeğinde bu eksiğimi yüzüme vuran değerli arkadaşlarım sayesinde geçtim karşısına.
Geçiş o geçiş.
Lars Ulrich’ten Slash’e isimler gruba duydukları hayranlığı anlatıyor, öte yanda bizim elemanlar ufacık barlarda Arena konserindeymiş gibi çalıp iki kişi dinlerse sevinçten havalara uçuyorlar.
Rock gruplarının iç dünyasıyla dalga geçen “Spinal Tap” filmini izlemişsinizdir (izlemediyseniz izleyin). Bu film bir komediydi.
Anvil belgeseli gerçek.
Daha fazlasını anlatmayayım, benim gibi izlemeyenler varsa ezik duruma düşmesin ve bu filmi izlesin muhakkak.
“Eski rock’çılar nereye gidiyor” diye merak ediyorsanız, yanıtı burada bulacaksınız.
Şimdi diyeceksiniz ki o kadar dert var memlekette sen Kanadalı eski bir metal grubunun durumunu mu buldun üzülecek? Ben de böyleyim işte ne yapayım. Üzüntüde ayrımcılık yapamıyorum.
Soru-cevap!
Hafta boyu sordunuz, toplu yanıtlıyorum
* Neden Red Hot Chili Peppers konseri sırasında o kadar insanı bile bile Santralistanbul’a tıktılar?
Teknik olarak konserin Santralistanbul’da sıkıntılı olabileceği tahmin ediliyordu. Ancak 42 bin kişinin katıldığı bu kadar büyük bir konseri yapacak İstanbul’da maalesef başka yer yok. Statlar lig dolayısıyla verilmedi. Şehir dışında bir alana ise kimsenin gitmeyeceği düşünülmüş olmalı ki Santralistanbul seçildi.
* En öndekiler hariç kimse sahneyi göremedi. Ekran bile çok uzaktı. Bu ne biçim seyirci düzeni?
Bu konudaki soruların muhattabı organizatör şirketidir elbette. Ancak bu kadar kalabalık katılım olan her konserde birileri sahnedekileri bit kadar görecektir. Bu kaçınılmaz. Festivallerde de böyle, kapalı alanda da. Ancak duyduklarım gerçekten de insanların en ön bölüm hariç büyük sıkıntı yaşadığını ortaya koyuyor.
* Çıkışta neden rezil olduk? Önlem alınamaz mıydı?
Çıkışta taşıt bulamayan, kalabalıkta itiş kakış yürüyen ve garip bir dolmuşa tıkışmak suretiyle bilinmeyen bir yöne doğru bölgeden uzaklaşmak durumunda kalanlardan biri de benim. Ama şikayet etmedim. Kalabalık konser ve festivallerden çıkışta kaos olur. Yarım saat geçer ortalık durulur ve herkes çıkar. Neticede AKM’deki klasik müzik konserinden çıkılmıyor. Abartmayalım.
* Santralistanbul’da bir daha konser düzenlenir mi?
Hayır. Zaten artık kimse “başbakan telefonu endişesi” dolayısıyla orada herhangi bir etkinlik yapmayı düşünmüyordu, RHCP konseri de tuzu biberi oldu.
* Neden organizasyonu savunuyorsun, para aldın değil mi? Tuzun kuru tabii... Buna ne yanıt vereyim ki?
Hayal alemindesiniz arkadaşlar...
* Organizasyonlara çakmak moda oldu. Okuyucuda prim yapmak için değer mi?
Siz de aynı hayal alemindesiniz. Ne diyeyim. Müzik dolu günler hepinize...
LİSTE
Bir kafede asla çalmaması gereken 6 şey
Adele: Tamam şahane sesi var ama kafede çalmasın ve artık mümkünse “Someone
Like You” bir süre dinlendirilsin, nadasa bırakılsın.
Enigma: Bunun için bir açıklama yapmama gerek var mı bilmiyorum. Enigma çalınan kafe kaldı mı diyeceksiniz.
Ben bir tane biliyorum.
Patricia Kaas: Tamam sesi güzel, tamam dramatik şarkılar söylüyor. Hepsine tamam, ama kafede tost yiyip çay içiyoruz, dramatik ortama gerek yok...
Kenny G / Michael Bolton: Soprano saksofonu duyduğumda bende kasılmalar başlıyor, iştahım kaçıyor. Michael Bolton’ın sesi de aynı etkiyi yapıyor üzerimde. Merak ediyorsanız söyleyeyim evet, “They live” (“Yaşıyorlar”)...
Sting: Özellikle “Shape of My Heart”, “Fragile” ya da “La Belle Damme Sans Regret”nin bilimum dünya dillerindeki versiyonları ve muhtelif düzenlemeleri. Ne olur yapmayın, azıcık kafenizi düşünüyorsanız yapmayın.
Beatles uyarlamaları:
Bir caz grubunun ya da klasik orkestranın (eski James Last Orkestrası tadında olanların) Beatles şarkılarını, misal
“Let It Be” ya da “Yesterday”i, enstrümantal hale getirdiği müzikal yaklaşımlar. İnsan kendini asansörde ya da kötü bir filmin düğün sahnesinde falan sanıyor kafe yerine.
Pazar albümü
“Sun” Cat Power
Cat Power’ın “Sun”ı, önceki albümlerinden farklı. Daha fazla düzenleme var, bir akustik gitar sound’u albümü değil, elektronik numaralar, pop ve yer yer dans etkileri fark ediliyor.
90’ların Fransız dans ve house ikilisi Cassius’un üyesi Philippe Zdar’ın prodüktörlüğünün albüme yansımasından olmalı. Ben beğendim, klasik Cat Power hayranları ne der bilmiyorum. Favori şarkım “Ruin” oldu ilk dinleyişte.
Buna rağmen “Always On My Own” gibi karanlık bir şarkıyı da araya almasına şaşırmadım, albümün genel estetik anlayışına yakıştığını düşündüm. Zero 7 tadındaki “Cherokee” zaten çıkış şarkısıydı. Cat Power yani gerçek adıyla Chan Marshall altı yıldan bu yana ilk kez bir albüm yapıyor. Arada finansal sorunlar yaşadığı ve aşk hayatının da çok iyi gitmediği gelen haberlerden biliniyor. Ancak sözlerden anladığımız çıkmadık candan umut kesilmez misali umutlu Marshall. Albümün adı da boşuna “Sun” (“Güneş”) değil.