Seçimdi oydu buydu derken akıntıya kapıldık gidiyoruz. Benim kuşağa mensup olanlar (yani 70’lerde doğanlar) bilir, hayat boyu “apolitiksiniz siz” diye itilip kakılmış, arada kalmış bir nesiliz.
“Siyaset buysa ben apolitik kalayım” desek de bir türlü beğendirememişizdir kendimizi kimselere.
Ama son dönem Türkiye’de öyle şeyler oldu ki kimse tepkisiz kalamadı. Pandoranın kutusu açıldı, fikrini zikrini söyledi millet, her konuda tepki verdi. Beğen beğenme, artık kimse lafını sakınmıyor. Ben yetişkin hayatımda hiç bu kadar politik ortam görmedim, yaşamadım.
Herkes duyarlı, herkes politize. İyi de, talihsiz küçük Pamir olayında da maalesef gördük ki bu siyasi olma, her şeye siyaset gözlüğüyle bakma işi paranoyadan öte artık ruh hastalığına doğru gidiyor. Bir kayıp çocuğun aranma hadisesini politize edenler, bunda emeği geçenler utansın.
Marmaray durur, Geziciler yaptı, elektrikler kesilir AKP yaptı. Üç kişi bir araya gelir, polis su sıkar, gazlar, yağmur yağsa Gezi parkı kapanır. Herkes bir tarafa doğru savruluyor ve kimsenin karşı tarafa güveni, inancı, tahammülü, sabrı yok. Doğal olarak yok. Bu ortam şu veya bu şekilde yaratıldı.
İnsanlar normal hayatlarından uzaklaştı, eşini dostunu “bu kesin Gezici, bu kesin Tayyipçi” diye etiketlemeye başladı. Yani hafiften tırlatıyoruz.
Tamam politik nesil yetişti iyi güzel de, hayatta başka şeyler de var. Özlediğimiz şeyler. Tırlatmamak için unutmamamız gereken şeyler. İnsan olduğumuz için yapmamız gereken şeyler. Ben “apolitik nesil” olarak hatırlatmayı görev biliyorum.
Çok zor değil. Ara sıra ayakları uzatıp güzel bir müzik açmak, hiçbir şey yapmadan tavana bakıp ses katmanlarının derinliklerine inmeye çalışmak.
Eş dost bir araya gelip politika falan konuşmadan yiyip içip muhabbet etmek.
Yaz bastırmadan bir iki günlüğüne bir yere kaçmak, twitter’sız, Facebook’suz, maillere bakmadan Sadun Boro’nun 1952’de Manchester’dayken tesadüfen gözüne çarpan bir ilana başvurarak çıktığı ilk Atlantik seyahatini, o ilkel şartlarda küçücük bir ahşap kotranın nasıl fırtınalarla boğuştuğunu okumak.
Hazır film festivali başlamışken sabahtan akşama filme gitmek. Birinden çıkıp alelacele bir tost yedikten sonra koşarak diğerine yetişmek.
Bir sergiye gidip her tablonun karşısında sanki orası sizin evinizmiş gibi uzun uzun oturmak, hayaller kurmak.
Uzaktan denizi olmadı bir göleti falan gören bir park bulmak, çimlere oturup bir sandviç yemek, bir çay bahçesinde oturup Murat Menteş, Hakan Günday falan okumak, İhsan Oktay Anar’ın fantastik alemlerinde kaybolup gitmek...
En azından bir durup derin bir nefes almak, havayı koklamak.
Bir ülkeye bahar geliyor, erguvanlar açıyor ve kimse dönüp bakmıyorsa o ülkede yaşanmaz. Seçimleri kim kazanırsa kazansın.