Her gün yeni bir restoranın açılışı müjdeleniyor. Hepsi menülerine özeniyor, dekorasyona özeniyor, sandalyeye masaya özeniyor, güzel barlar yapıyor, kokteyller hazırlıyor, en iyi şefleri getirtiyorlar. Peki ya müzikler?
Karaköy, Tünel, Şişhane, Tophane ya da ne bileyim muhtelif “eski nesil” yeni gözde semtlerde, moda olan AVM’lerde bir sürü yeni mekan açılıyor. Paralara kıyılıyor, masrafa giriliyor, dekorasyonlar yapılıyor. Peki müzik?
Son dönem açılan biri Karaköy, diğeri Asmalımescit civarında iki restorana gittim. Birinde gece boyunca galiba dört kere falan John Coltrane’in “Blue Train” albümü döndü durdu. Kimse başka bir caz albümü koymaya kalkmadı. Ardından bir Chet Baker koyalım ya da bir Gerry Mulligan iyi gider diyen olmadı.
Caz çalmaya karar veren pahalı ve şık bir restoranda bir gecede çalmak için beş-altı tane caz albümü olmalı diye düşünüyorum. Çok şey mi bekliyorum?
Diğerinde son dönem en büyük kabusum olan rock ve pop şarkılarının caz cover versiyonları çalınıyordu. Tears For Fears’ın “Shout”ının caz cover’ı sırasında kendimi Karaköy’deki bu şahane manzaralı restoranın terasından aşağı atmak istedim, yetişip tuttular.
Kafelerde durum farklı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İsterseniz konuya şöyle
yaklaşalım, kafeye neden gidiliyor? Oturmak, sohbet etmek için...
Biraz da müziğe enerji harcanmalı
Bir de artık evden, kafeden çalışma devrindeyiz. Eminim en az bir toplantıya denk gelmişsinizdir herhangi bir kafede. Ya da ne bileyim telefon kulağında “İkinci çeyreğe ait rakamları göremiyorum Ekrem Bey” modeli birilerine...
Emlakçıların çoğu artık kafelerde takılıyor, önemli iş görüşmeleri kafelerde yapılıyor. Patronuyla Skype’tan görüşen, kitap yazan, ders çalışan, beste yapan (bunu da gördüm)...
Madem ortam bu, neden telefonla konuşurken karşı tarafa “bir saniye” deyip bitmesini beklediğimiz, kendini dinletmek için adeta çırpınan bir saksofon solo var mesela fonda? Ya da
neden az sonra masaların üzerine çıkıp dans edecekmişiz gibi bir playlist çalıyor? Müzik tarzı
önemli değil, 24 saat Power Türk/Kral yayını yapan dürümcü daha samimi, daha doğru çünkü müzik ortama daha uygun orada.
Acaba bu konulara biraz daha fazla kafa patlatılsa, dekorasyona harcanan enerjinin birazı da mekanın “müzik dekorasyonuna” harcansa fena mı olur?
(Not: Bu yazının alternatif başlığı şu olabilirmiş; “Birinci dünya insanının problemleri”. Allah başka dert vermesin tabii neticede...)
Klasik!
Restoranlar ve müzikle ilgili
en şahane sahnelerden biri klasikler arasına girmiş “Bullitt”te yer alıyor. San Francisco’da Caffee Cantata isimli kafede çekilen sahnede Meridian West isimli caz grubu çalıyor,
Frank Bullitt (Steve McQueen) ve sevgilisi (Jacquelin Bisset) yemek yiyor. Filmin müziklerini Lalo Schifrin yapmıştı.
Bunları biliyor muydunuz?
* Geçen haziranda Pixies’ten ayrılan Kim Deal’in bunu Galler’in Monmouth kentinde
bir Caffe Nero’da yaptığını (kaynak İngiliz müzik yazarı Alexis Petridis)...
* Bruce Springsteen’in 2014’te yeni bir albüm yayımlayacağını, albümden ilk şarkının adının “High Hopes” olduğunu; şarkıda Rage Against The Machine’den Tom Morello’nun
gitar çaldığını...
* Arcade Fire’ın solisti Win Butler’ın seneye neredeyse bütün Avrupa festivallerinde çalacaklarını söylediğini (evet bayanlar, baylar
para biriktirmeye başlansın)...
* Outkast’in 2014 Coachella Festivali için yeniden bir araya gelmeye karar verdiğini biliyor muydunuz?
Mutlaka dinlemeniz gereken 10 Hall&Oates şarkısı
Geçen gün “The Place Beyond The Pines”ı izledim. Ryan Gosling’in “motorlu bir tür Kıvanç Tatlıtuğ” olarak takıldığı film. Filmin bir yerinde Gosling (yani Luke karakteri) “Hall&Oates’tan bu yana en iyi ikiliyiz” diyor. Bende bir coşku, bir sevinç. Metalci bir ergenken bile Hall&Oates dinleyen biriydim gizli gizli. Listeyi yaptım. Değerlendirmek size kalmış.
10- Somethings Are Better Left Unsaid 9- Private Eyes
8- Say, It Isn’t So 7- Adult Education 6- Possession Obsession 5- You Make My Dreams Come True 4- Kiss On My List 3- Out of Touch 2- Maneater 1- I Can’t Go For That (No Can Do).
Cumartesi albümü
Shangri La / Jake Bugg
Jake Bugg ilk albümünü 2012’de 18 yaşındayken yayımladı. Orijinal bir ses, piyasa olmayan basit bir akustik gitar sound’u ve söz yazarlığıyla herkesi etkiledi. Britanya adasından çıkan en heyecan verici isimler arasındaydı. İkinci albüm aradan bir yıl bile geçmeden geldi. İşin içine Amerika girdi. Bugg ilgi görünce iş büyüdü, sıra kendini Amerika’da duyurmaya geldi. Prodüktör Rick Rubin tutuldu, akustik gitar sound’u yerini rock’a bıraktı. Sonuç mu? Amerikalılar bayıldı, İngilizler sinir oldu. Girişteki yüksek tempolu country dokunuşlarını, Arctic Monkeys tarzı “rock’lamaları” geçersek (bunlar kişisel olarak ilgimi çekmedi), Bugg aslında hâlâ eski sularda. Sadece biraz Amerika makyajı var şimdi. “Messed Up Kids”, “All Your Reasons”, “Pine Trees”, “Simple Pleasures” dikkat çekici. İngilizler Jake Bugg’a fazla haksızlık etmemeli. Brit usulü “Kingpin” Oasis’i hatırlattı bana. Ne güzel gruptun sen Oasis.