Ne 1 Mayıs ayıbı... Ne iktidarın hoşuna gitmeyen kararı veren iki yargıcın tutuklanması... Ne gazeteci arkadaşımızın bir tweet yüzünden 5 yılla yargılanması... Artık hiçbirisi sürpriz değil. Çünkü büyüğümüz açıkladı; parlamenter sistemle birlikte hukuk ve demokrasi de bekleme odasına hapsedilmiştir.
Biz gelelim kaynak tartışmasına...
Başbakan “Vaatlerin gerçekleşmesi için yeterli kaynak yok” diyor... Muhalefet “var” diyor...
Aslında gerçek bir kaynağı herkes görmezden geliyor.
Gazetelerde zaman zaman milyarlarca dolarlık silah haberleri okuyoruz.. Eğer ulusal gereklere göre ayarlanmış barışçı bir dış politikaya yönelir, buna göre bir silahlanma programı uygularsanız... Alımları şeffaf hale getirir denetlerseniz... Milyarlarca dolar kaynak üretmiş olursunuz...
Ama bu konu ne iktidarın programında var ne muhalefetin...
Açın o hesapların üstünü...
Bugün 1 Mayıs... Bahar, pardon polis bayramı... İktidar, işçi ve emekçiler bayramı Taksim’de kutlamasın diye en az 10 bin polisi seferber etti. Önceki yıl kutlama meydanda inşaat olduğu bahanesiyle yasaklanmıştı. Bu yıl bahane de yok. Olay çıkar gerekçesiyle polis seferber.
Oysa... “Taksim’de olaysız geçen tek 1 Mayıs kutlaması, alanın vatandaşa yasaklanmadığı 2012’nin 1 Mayıs’ı olmuştu...”
Demek ki olay çıkmaması değil çıkması isteniyor.
En büyük işçi kuruluşu Türk - İş, Sıhhıye’de yapılacak 1 Mayıs kutlamasına katılmak için saygı duruşu yapılması ve PKK bayraklarının taşınmaması şartını koştu. Türk - İş’in Ankara’daki 1 Mayıs kutlamaları sorumlusu Halil İbrahim Alpoğlu dedi ki:
“DİSK, TMMOB, KESK temsilcileriyle son bir kez konuştum. Bayrama Türk bayraklarıyla katılacağımızı söyledim ve şehitlerimiz için saygı duruşunda bulunulması talebimi ilettim. Herhangi bir itiraz gelmedi. İstiklal Marşı okunması konusu konuşulmadı. Ha, birileri korsan olarak ve emrivaki yaparak varılan anlaşmayı bozarsa veya İstiklal Marşı’mız okunurken herhangi bir saygısızlık yapmaya kalkarsa hiç düşünmez, alanı terk ederiz...”
Manzaraya bakar mısınız... Türk bayrağı, İstiklal Marşı ve
Amerikalı Senatör Rand Paul:
- Saddam Hüseyin’i 2003 yılında devirmemiz hataydı, diyor, Saddam İran’a karşı tampondu, o olmadığı için İran iki kat güçlendi..
Senatör Paul devam ediyor:
- Libya lideri Kaddafi’yi devirmemiz de hataydı... Kaddafi iyi adam değildi ama Libya’da aşırılığı sınırda tutabiliyordu...
Senatör ekliyor:
- ABD Suriye lideri Beşar Esad’ı devirmeye çalışmamalıdır... Çünkü Esad iktidar boşluğunu İslamcı militanların doldurmasını önlüyor.
Senatör sözlerini şöyle özetliyor:;
Son günlerin en büyük tartışma konusu olan 1915’le ilgili en anlaşılır bilgileri em. Org İlker Başbuğ’un “Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler” adlı kitabında bulabilirsiniz. Başbuğ, sağlam ve dürüst kaynaklara dayanarak bu sorunu öncesi ve sonrasıyla gözler önüne seriyor. Usta bir yazar maharetiyle kaleme alınan kitapta ne bir kelime fazla ne bir kelime eksik. Okuyoruz:
“ Türkiye ile Rusya arasında 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması ve Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması; Türkiye ile Ermenistan arasındaki her türlü ihtilafı gidermiş ve bugünkü sınırları belirlemiştir. Bu antlaşmaların görüşmelerinde “Ermeni Soykırımı” ile ilgili hiçbir iddia ileri sürülmemiş, tazminat ve / veya toprak gibi bir talepte de bulunulmamıştır.
Mustafa Kemal 1 Mart 1922 günü TBMM’de konuşuyor:
“Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade, dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. ”
Cumhuriyet rejimiyle birlikte geçmişin bütün düşmanlıkları
Ermenistan ve diaspora artık açık konuşuyor... Soykırım’ın ardından tazminat ve toprak talebi geleceğini açık açık söylüyor...
Dün de Hürriyet’te Ermenistan Amerikan Üniversitesi’nde ders veren tarihçi Vahram Ter - Matevosyan ile bir röporataj vardı.
Bu tarihçi: “Soykırımın tanınmasını iade ve tazminat takip etmeli...” diyor, tazminatın ne kadar olduğu yönündeki soruya ise şu yanıtı veriyordu:
“ABD’deki Worchester State University önderliğinde hazırlanan detaylı bir rapor var. Bu rapora göre toplam miktar 43 milyar dolar civarında.”
Biz sanırdık ki, Türk vatandaşları soykırımın kabulünden sonra tazminat ve toprak talepleri geleceğine inanmıyor ve o nedenle rahatça “Yüzleşelim, soykırım nedeniyle özür dileyelim” falan diyor.
Ne var ki konu aydılandığı halde kimseden:
- Ben soykırım dedim ama toprak ve tazminatı onaylamam, sözünü işitmiyoruz...
ASALA militanları tarafından katledilen Dışişleri mensuplarımız için düzenlenen dünkü yürüyüş Ulus’tan başladı... Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik’in konuşmasının ardından başlayan ağırbaşlı yürüyüşte göze ilk çarpanlar ellerinde şehit fotoğraflarıyla eski Dışişleri Bakanı Prof. Şükrü Sina Gürel... Onun hemen yanında eski müsteşar, CHP milletvekili Faruk Loğoğlu, eski Bonn büyükelçimiz ve eski ANAP milletvekili Mehmet Ali İrtemçelik ile SBF’nin unutulmaz hocalarından Prof. Türkkaya Ataöv... Yürüyüşü izleyen Fahrettin Fidan arkadaşımız eski Dışişleri bakanlarının ortada görünmediğini ekliyor.
Peki partilerin yürüyüşe ilgisi? Büyük Birlik Partisi ve Saadet Partisi Genel Başkan düzeyinde yürüyüşteler. Vatan Partisi’ni temsilen em. Korg. İsmail Hakkı Pekin gelmiş. CHP’den de bir tek Dilek Akagün Yılmaz var.
Şehit diplomatlar ilk kez böyle bir yürüyüşle anılıyor. Emekli büyükelçilerden Sumru Noyan, Mülkiyeli şehit diplomatların bir biçimde anılması için Fakülte Dekanı’yla konuşacağını söylüyor. Erivan’da ASALA için dikilmiş bir anıt var. Ankara’da şehit diplomatlar için bir kitabe bile yok.
Konsey’de duruş!
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde soykırımla ilgili saygı
BirGün gazetesi Hrant Dink’in 1 Kasım 2004 tarihli yazısını dün tekrar yayımladı. “Türkiyeli’yim... Ermeni’yim...İliklerime kadar da Anadolulu’yum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi ‘Batı’ denilen o ‘Hazır özgürlükler cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları’ demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim” diye başlayan yazıda Hrant Dink - özetle - diyor ki:
“...Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri ‘Katliam’, kimileri ‘Soykırım’, kimileri ‘Tehcir’, kimileri de ‘Trajedi’ diyor. Atalarım Anadolu diliyle ‘Kıyım’ derdi... Ben ise ‘Yıkım’ diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu.
Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum ama o nefret, ne menem bir rezillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, ‘Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum’ diyorum.
Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalar’da, Amerikalar’da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi
Soykırım soytarılığı konusunda üç kitap yazan Uluç Gürkan pek sık ağıza alınan “nefret suçu”nun ne olduğunu anlatıyor:
“Soykırım suçunun hukuki çerçevesini belirleyen 1948 BM Soykırım Sözleşmesi’nin 4. maddesinde bu suçun tüzel kişilerce değil, gerçek kişilerce işlenebileceği vurgulanmaktadır. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen Yahudi Soykırımı için Almanya ya da Alman halkı hiçbir zeminde suçlanmamaktadır. Soykırım sorumluluğu, kişi olarak Hitler ve diğer Nazi liderlerine, yönetim erki olarak da Nazilere yüklenmektedir.
Ötesinde, güncel Ruanda, Sudan ve Bosna-Hersek’te ‘soykırım’ olarak tanımlanabilecek olaylarda da suçlamalar gerçek kişilere yöneltilmekte, cezai sorumluluk bu kişilere yüklenmektedir.
‘Ermeni soykırımı’ iddialarında ise hukuk dışı bir çifte standarda başvurulmaktadır. Suçlamalar gerçek kişilere değil, ülkesi ve ulusuyla Türkiye’ye yöneltilmektedir. Doğrudan Türk ulusu, Türkiye halkı suçlanmaktadır.
Ülkesi ve ulusuyla Türkiye’nin hedef alınması ‘nefret söylemi - hate speech’ suçu özelliğindedir. ‘Belli bir gruba karşı düşmanlık duygularını tetikleyen önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanılması’ biçiminde tanımlayabileceğimiz nefret