Kendinizi Ortadoğu’nun lideri ilan ediyorsunuz. Öküze özenen kurbağa misali şişindikçe şişiniyorsunuz. İlk postayı komşunuz Suriye’ye atıyorsunuz. Liderine “seni devireceğim” diye meydan okuyorsunuz. Karşı taraf biraz diklenince küçücük ülkeden ürküyor, NATO’yu “aman yardım” diye imdada çağırıyorsunuz. Komşuya posta koyarken atacağı füzelere karşı koruma silahınız olmadığını akıl edememişsiniz. Yana yakıla patriot istiyorsunuz. Patriotlar geliyor. Parasını size ödetiyorlar. Ama tetiği size vermiyorlar. Bu silahları bambaşka amaçlar için de kullanabilirler. O yüzden komşularla kanlı bıçaklı oluyorsunuz. İran, Rusya, Irak, Suriye sırayla posta atıyor. Yutkunuyorsunuz. Karizmanız dibe vuruyor. Çok muhtemel bir İran-İsrail savaşında ilk hedef olmayı garantilemişsiniz. Halkınızı topun ağzına koymuşsunuz. Ne adına? Soruya mantıklı yanıt alamıyorsunuz.
* * *
Antalya’da geçen hafta yapılan Güvenlik ve İşbirliği toplantısında önemli konuşmalar yapıldı. Eski NATO Askeri Komite Başkanı ve Almanya eski Genelkurmay Başkanı Klaus Naumann orada dedi ki:
- Patriotlarla birlikte gönderdiğimiz askerlerin kimyasal silahlara karşı özel giysileri vardır. Bölgedeki Türk askerlerinde de bu
Tayyip Erdoğan belli ki gelmiş geçmiş başbakanların en cesuru... Bugüne dek ne yerli, ne yabancı bir başbakanın ağzından “kuvvetler ayrılığı”ndan şikâyet duymamıştık. Çünkü kuvvetler ayrılığından şikâyet demokrasiden şikâyet demektir... Bakın Konya’da ne diyor Başbakan:
- Sistem düzenli kurulmamış. Düzgün kurulmadığı içindir ki umulmadık yerde, umulmadık şekilde bakıyorsunuz bürokrasi karşımıza dikiliyor. Umulmadık yerde yargı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama, yürütme, yargı bu ülkede öncelikle milletin menfaatini düşünmesi lazım...
Başbakan yargı, meclis ve muhalefet denetimine tabi olmayan bir iktidar istiyor. Siyasi literatürde bu düzene malum; “diktatörlük” deniyor!
Acaba bir dil sürçmesi mi? Hayır...
AKP’nin Meclis Anayasa Hazırlık Komisyonuna getirdiği “Başkanlık sistemi” önerisi de aynı istemi yani tek adam yönetimini yasal güvenceye almayı öngörüyor. Neler mi var öneride:
- Meclis’i fesih yetkisi istiyor.
- Kararname çıkarma yetkisi talep ediyor. Meclis’in bu kararnameler üzerinde denetimi olmayacak. Böylelikle Başkan, aklından geçen her düşünceyi kanun haline getirip uygulayacak.
Halk ozanı Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” başlıklı ilahisinin bir bölümü 10. Sınıf “Türk Edebiyatı Ders Kitabı”ndan çıkarıldı.
Haberi Evrensel gazetesinde okuduk...
Çıkarılan bölüm şu:
“Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle, birkaç huri/ İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni”...
Böylece ne oluyor?
Bazı kafalar 500 yıldır değişmemiş oluyor...
Kanuni Süleyman döneminin ünlü Şeyhülislamı Ebusuud Efendi’nin bu konuda fetvası vardır... Okuyalım:
Didar Arslan İngiltere’de yaşayan bir eski gazeteci arkadaşımız. Belgesel de yapıyor.
Önceki yıl baba memleketi Sapanca’nın Kırkpınar beldesine gittiğinde çok sayıda yabancı aile ve otistik çocuklar görmüş etrafta. Linda ve oğlu Alex ile tanışmış. 13 yaşında otistik bir cocuk olan Alex için İsveç’te iyi bir rehabilitasyon merkezi bulamamışlar. Linda durumu araştırmış, Türkiye’de Kırkpınar’da otistik çocukları sporla tedavi eden Sportizm Merkezi’nin övgüsünü duymuş. Kalkıp gelmişler. Didar onların hayat mücadelesinden etkilenmiş, belgeselini yapmaya karar vermiş.
Alex, İsveç’te otistik çocuklara yönelik bir merkeze devam etmesine rağmen 13 yaşına kadar pek ilerleme kaydetmemiş. O hâlâ çişini altına yapan, 24 saat altına bez bağlanan, vücut dengesi tutmayan, el, kol, göz koordinasyonu olmayan bir çocukmuş. Annesi Linda doğal olarak “Bana bir şey olursa bu çocuğa kim bakar?” endişeleri içindeymiş.
Gerisini Didar Arslan’dan dinleyelim:
“Kırkpınar’daki merkezde çocuklara spor yoluyla öz bakım becerileri kazandırılıyor, yürümeyi, koşmayı, bisiklete binmeyi, tuvalete gitmeyi, yüzmeyi, tenis oynamayı vs. öğretiyorlar.
Alex, Sportizm Merkezi’nde kaldığı 6 aylık kısa süre
Taraf gazetesindeki istifalar dün basın dünyasına düşen bomba etkisi yaptı...
Önce Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve Neşe Düzel’in istifa haberleri geldi... Onları Pakize Barışta ve Murat Belge’nin istifaları izledi...
İstifaların kesin sebebi belli olmadı... Gerçek Gündem sitesine göre Taraf gazetesinin İstanbul Kadıköy’deki binasının “iskan”ı yoktu. AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi 15 milyon dolar değerindeki binayı yıkmaya kalkışınca patron yazılara fren konulmasını istemiş, istifalara bu durum yol açmıştı. Kısacası bir AKP darbesi söz konusuydu.
Patron Başar Arslan, istifaları: “Taraf yoluna devam edecek. Altan ve ekibinin çok büyük katkıları oldu. Yaptıklarıyla demokrasi tarihine geçtiler” sözleriyle karşıladı.
Gazetenin tarihi bir misyon yaptığına kuşku yok... Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda birçok iddia bu gazete aracılığıyla ortaya atıldı. Gazete bilgi kirliliği yaratılmasına, yargının baskı altına alınmasına, yargısız infazlar yapılmasına büyük katkıda bulundu. Yoğun ihbarlar bu gazete aracılığıyla yapıldı. TSK mensupları ve ordu bu gazete ile itibarsızlaştırıldı.
Davalar görülmeye başlayınca bu defa savunmalara yeterince yer vermediler. Yalanlanan
Demokraside vardığımız yer burası... Nerede iktidarın sevmediği kişiler varsa... Orada tazyikli su, biber gazı, cop, kalkan, polis ve jandarma var...
İlaveten virüs, sahte kanıt, tertip, savunma hakkı kısıtlanmış sanıklar, susturulan avukatlar var...
Silivri’ler, Hadımköy’ler, Hasbal’lar var...
* * *
Ergenekon davasının başlamasından bu yana 4 yılı aşkın zaman geçti...
Süreç başladığında pek çok kesim umutla destek verdi.
Çünkü davanın hedefinin derin devletin sorgulanması, kontrgerilla gibi yapıların tasfiyesi, darbelerin önlenmesi, faili meçhullerin araştırılması olduğu sanılıyordu.
Bir grup gazeteci dün Silivri Cezaevi’ni ziyaret ettik... Soyunmalar, dökünmeler, giyinip tekrar soyunmalar, elektronik cihazlardan geçerken ayakkabıları dahi çıkarmalar, Ertuğrul Özkök’ün etrafındakilere “iyi bakın arkadaşlar Uğur Dündar’ı başka zaman çorapla göremezsiniz” takılmaları... İçeri not defteri dahi alınmıyor. Hüzünlü bir günde hüzünlü kapılardan geçerken... Elinde iki büyük poşetle Doğu Perinçek’in eşi Şule Perinçek’e rastlıyoruz. Onun hem eşi hem oğlu hapiste... Sohbet sırasında:
- Hem 12 Mart hem 12 Eylül’de daktiloya izin veriliyordu, diyor, şimdi yasak...
Silivri’de mahpuslara haftada sadece iki saat bilgisayarla yazı yazma imkanı tanınıyor, hepsi o...
Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve Soner Yalçın’la görüşüyoruz (gazeteye yetişebilmek için diğer görüşmelere katılamıyoruz maalesef)... Mustafa, Tuncay ve Soner hayli sağlıklı görünüyor... Zihinleri zinde... Ancak renkleri sarı... Uzun süre güneş görmemek teni sarartıyor...
Ergenekon davasında savcının bugün mütalaasını okuması bekleniyor... Ancak Tuncay Özkan:
- Savcı kendisine verilen 15 günlük sürenin yetersiz olduğunu öne sürerek ek süre isteyebilir, mütalaayı Balyoz davasının gerekçeli kararı
Ergenekon, Balyoz gibi davalar biraz daha göz önünde... Göz önünde olduğu halde o davalarda da hukuk mumla aranıyor. Bir de kimsesiz, sahipsiz, sıradan vatandaşlar ve gençler var mahkemelere çıkan. Acaba onların hali nicedir? Hukuk onlara nasıl uygulanıyor? Yazar Aslı Erdoğan, Özgür Gündem, Birgün, Radikal, Taraf, Cumhuriyet, Milliyet gibi gazetelerden aldığı haberleri derlemiş. Erdoğan’ın “Sağırlık” başlıklı yazısında verdiği “suç ve ceza” tablosu aşağıda:
* Mersin’de sokak gösterilerine katıldıkları gerekçesiyle tutuklu yargılanan 16 ve 17 yaşlarındaki üç çocuk için 30’ar yıl istendi.
* Atletizmde üç kez Türkiye birinciliğini kazanmış Rıdvan Çelik’e “BDP mitingine katıldığı ve slogan atan toplulukta bulunduğu” için 14 yıl, 7 ay istendi.
* İzmir’de 8 Mart mitingine katılan ve “Yaşasın barış! Artık yeter! Savaş istemiyorum,’’ diyen Sultan Acıbuca 6 yıl, 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
* Siirt’te DTP’nin Aralık 2009 tarihinde gerçekleştirdiği basın açıklaması sırasında pankart taşıyan ve okuma yazma bilmeyen kadına ilk duruşmada 7 yıl 3 ay hapis cezası verildi.
* Diyarbakır’da Tayyip Erdoğan’ı protesto eylemine katılmakla suçlanan 6 çocuk için 23’er yıl istendi.
*