Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu, görevinden aniden alındı, yerine yardımcılarından Mehmet Görmez atandı. Oysa çok değil, iki ay beklenseydi görev süresi zaten dolacaktı. Peki neden beklenmedi? Neden apartopar Başkanlık’tan uzaklaştırıldı? Çünkü suçları pek çoktu... Ve bardığı çoktan taşırmıştı... CHP Milletvekili Ahmet Ersin anlatıyor:
“Sadece son bir yılda işlediği suçları sayayım. Bir; Deniz Baykal’ı Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine çağırıp konuşturması... Bununla da yetinmeyip konuşmayı çok güzel bulduğunu söylemesi. İki: Türbanın dine giriş şartı olmadığını ifade etmesi. Üç: Kadın eli sıkmamanın İslam’da yeri yoktur, demesi. Dört: Tayyip Erdoğan’ın türbanla ilgili yasal düzenlemeler için Diyanet’ten görüş alınabileceği sözlerine karşı çıkıp bunun laiklikle bağdaşmayacağını açıklaması. Beş: Atatürk’ün Diyanet İşleri başkanlarına çok önem verdiğini söylemesi.”
“Başörtüsü Müslümanlığın ön şartı değil” diyordu...
Ahmet İnsel’in geçenlerde Radikal’de yaptığı röportajda:
- Nüfus cüzdanlarında din ve mezhebin belirtilmesinin toplumdaki ayrışmayı ve kimlik belirlenmesini arttırdığını düşünüyorum, demişti.
Evrim kuramının eğitimde kullanılmasını, ders olarak
Profesör Mehmet Haberal davası örnek oldu... Çetin Doğan, Levent Bektaş, Suha Tanyeri ve Dursun Çiçek’in avukatları da Yargıtay’a başvurdu... Tahliye taleplerine ret kararları veren yargıçlardan 8 - 20 bin TL. arası tazminat talep ediyorlar...
Prof. Mehmet Haberal davasında biliyorsunuz 9 yargıç tazminat ödemeye mahkûm oldu.
Gerekçe; tahliyenin reddi kararlarının sağlam gerekçelere dayanmaması, kararda suç şüphelerini doğrulayacak olay ve fiillerin gösterilmemesi, AİHM kriterlerine uyulmaması vs...
Acaba bu cezalar yargıçlar üzerinde caydırıcı etki yapar mı?
Kimileri, “Yapmaz, yargıçlar 1500’er lirayı öder yola devam ederler” diyor...
Bunu söyleyenler konuyu bilmeyenler.
Aslında konuyu sanıyoruz basın ve kamuoyu da yanlış biliyor.
Her yıldönümünde olduğu gibi... Bugün de gazeteler yine “Atam izindeyiz”,”Seni özlüyoruz”,”Emanetini yaşatacağız” gibi manşetlerle çıkacak... Atatürk bir günlüğüne usulen övülecek ancak bu manşetler hoş ve boş birer temenni olarak kalacaktır. Ertesi günden itibaren Atatürk hangi yolu göstermişse ters istikamette yol alınacaktır...
Belki bir iki gazete doğruyu söyleyecek, “Affet bizi Atam” gibi başlıklar atacaklar.. O kadar...
Öldüğü günden başlayarak mirası çiğnenmiş... “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen, ulusal onuru her şeyin üzerinde tutan o müstesna adamın ülkesi emperyalistlerle işbirliği yapanların yönetimine girmiştir. Artık karakterimiz okyanus ötesi ne derse onu yapmaktır. Muhtaç olduğumuz dolarlar nereden geliyorsa onların dediği olmaktadır... Ülkenin tersaneleri ne kelime, Karadeniz’in derelerine kadar girilmiştir. Satılmadık banka, tesis, liman kalmamıştır.
Uzaktan o aziz adamın 10. Yıl Nutku duyuluyor:
- Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir....
O parlak ve coşkulu nutuk şöyle sonlanıyor:
“Ne mutlu Türküm diyene!”
Yurtseverlerin özelleştirmeye karşı direnişi bundan 25 yıl önce “Sattırmam” çizgisindeydi. Bu mücadele sonucu pekçok peşkeş önlendi. Ama satışlar önlenemedi...
Çeyrek yüzyılda devletin nesi var nesi yoksa satıldı.
Yurtseverler bir süre “Satılacaksa bari yerli girişimciye satılsın” diye direndi. Ne var ki yerli alıcı da ilk fırsatta yabancıya okutuyordu. Müşterinin milliyeti de önemini kaybetti.
Önce büyük kuruluşlar el değiştirdi... Sıra belediyelere geldi... Gaz dağıtım şirketleri, elektrik şirketleri, su şirketleri önce yerli yatırımcının eline geçti şimdi yavaş yavaş yabancılara kayıyor. Köprü, karayolları, vapurlar, akarsular satış için sırada...
Yakında mahalle bakkalları bile Almanın, Belçikalının, Estonyalının eline geçerse şaşmayacağız.
Günümüzde “sattırmam” sloganı önemini kaybetti.
Şimdi mücadele “alanda” sürüyor. Karadeniz’de halk HES’lere karşı,Ege’de azgın madencilere ve balık çiftliklerine karşı direniyor.
Başbakan “Onunla savaşacağım” dedi... Özür dilemesine bakmadı...
Oktay Ekşi’yi istifa ettirdi.
Yetmedi. 100 milyarlık tazminat davası açtı.
Yetmedi, diğer bakanların da dava açmasını istedi.
Yetmedi, Oktay Ekşi’nin Basın Konseyi’nden de istifasını istedi.
Yetmedi, AA, TRT gibi yandaş kuruluşları Basın Konseyi’nden çekilmeye teşvik etti.
İlginçtir.. Oktay Ekşi’nin yazısında Başbakan’ın adı sanı geçmediği gibi herhangi bir isme yönelik hakaret de yok... Oktay Bey sadece “Anasını satan zihniyet” diyor...
YÖK Genel Kurulu, rektör seçimlerinde üniversitelerin yaptıkları tercihleri yine altüst etti. Türbana özgürlük bildirisine imza atanlar üst sıralara çıktı, laik demokratik cumhuriyet anayasasına saygı gösteren profesörler alt sıralara düşürüldü.
Mersin Üniversitesi’nde 58 oyla 5. sırada yer alan Prof. Tuba Yelken 1. sıraya yerleştirildi. 71 oyla 4. sırada yer alan Prof. Halil Kumbur 2. sıraya getirilirken, 146 oyla birinci olan mevcut Rektör Prof. Kemalettin Suha Aydın, 3. sıraya konuldu.
Celal Bayar Üniversitesi’nde en yüksek oyu alan mevcut Rektör Prof. Semra Öncü yerine Türbana Özgürlük Bildirisi’ne imza atan Mehmet Pakdemirli, 2. sıradan birinci sıraya taşındı. Kars Kafkas Üniversitesi’ndeki seçimlerde en yüksek oyu alan mevcut Rektör Prof. Abamüslüm Güven’in yerine yine türban bildirisine imza atan 2. sıradaki Prof. Sami Güven yerleştirildi.
Kocaeli Üniversitesi’nde de mevcut Rektör Prof. Sezer Komsuoğlu en yüksek oyu aldı ancak bildiriyi destekleyen Prof. Nurettin Abut birinci sıraya alındı.
Muğla Üniversitesi’nde en yüksek oyu alan ve bildiriye imza atan Prof. Mansur Harmandar’ın yeri değiştirilmedi.
* * *
Üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçiyoruz...
Erdal İnönü, SHP Genel Başkanı olduğu dönemde arkadaşları ile Ankara’da bir restorana gider... Servis görevlisi yaklaşarak kibar şekilde sorar:
- Ne yersiniz efendim?
Erdal İnönü cevap verir:
- Biz sosyal demokratız, birbirimizi yiyeceğiz...
Dön dolaş gelinen nokta yine aynı...
Köprüler atıldı... Parti üç parça halinde...
Kılıçdaroğlu ile Önder Sav, Baykal’a bağlı milletvekillerini tamamen dışlamışlardı.
Geçen Mart ayı sonunda.. CHP Kurultayı’na 1.5 ay kala İstanbul’da bir lokantada Gürsel Tekin ve Kemal Kılıçdaroğlu ile sohbet ediyorduk... Söz arasında Kemal Bey’e neden liderliğe adaylığını koymadığını sorduk. Kılıçdaroğlu mevcut yönetimin kendisine kesinlikle geçit vermeyeceğini anlattı. “Kimden söz ediyorsunuz Önder Sav’dan mı?” sorumuza kısa ve net şekilde “evet” dedi.
Peki bu yapı değişecek miydi? Öyle umuyordu...
Deniz Baykal’ın Kurultay’da yeni tüzüğü uygulamaya koyarak Önder Sav’ın gücünü kıracağını düşünüyordu.
Gün oldu devran döndü... Baykal bir kaset komplosuna kurban gitti. Kılıçdaroğlu’nun liderlik yolunda en büyük engel gördüğü Önder Sav, onu elinden tuttu (mecburen) genel başkanlığa getiriverdi.
Kaset komplosunu yapanların CHP’yi çökertmeyi planladığını ama hesabın tutmadığını yazdık ilk günlerde. Kılıçdaroğlu müthiş bir halk desteği yakalamış partiyi iktidar yolunda eskisinden güçlü duruma getirmişti. Bugün ise partinin aniden üçe bölündüğünü, komplonun pekâlâ zafere ulaştığını görüyoruz. Gelinen nokta bir bölünmenin başlangıcı. Kemal Bey’in şimdi yeni bir ekibi var. Bu ekip Kemal Kılıçdaroğlu’nun son aylarda verdiği mesajlarla bulanık bir şekle dönüşen parti