Bayram mutluluğunu yaşayamayanların başında cezaevlerinde gün sayan mahkumlar gelir... Onlara biraz moral vermek için bir Amerikan dergisinden aldığımız kıyaslamayı aktaralım... Bakalım işyerleri mi daha özgür, yoksa cezaevleri mi?
* Cezaevinde üç öğün yemek yersiniz. İşyerinde sadece bir öğün. Onun da parasını da cebinizden ödersiniz.
* Cezaevindeki tüm masraflarınız vergi mükelleflerince ödenir. Kolunuzu kıpırdatmanız bile gerekmez. İşyerinde ise tüm masrafları ödediğiniz yetmiyormuş gibi cezaevindekiler için de sizden vergi keserler.
* Cezaevinde gardiyan tüm kapıları sizin için açar ve kapar. İşyerinde (sürekli cebinizde taşıdığınız güvenlik kartıyla) bunu kendi kendinize yapmak zorundasınızdır.
* Cezaevinde televizyon izleyebilir, oyun oynayabilirsiniz. İşyerinde bunları yaparsanız yanarsınız.
* Cezaevinde sadece bir yere gitmeniz gerektiğinde kelepçe vururlar. İşyerinde eliniz kolunuz zaten hep bağlıdır.
Değerli gazeteci arkadaşımız Zeynep Atikkan, Hürriyet'teki sütununda diğer politikacılar gibi yeri geldikçe eski Sanayi Bakanı Yalım Erez'i de eleştirmiş... Onun için "Çiller'in pazarlamacısı" demiş bir defasında... "Servetinin kaynağını açıklayamamış bir liderle siyaset yapan hem de çok yakınında bulunan politikacıların hangi ciddi ülkede siyasi geleceği olabilir" demiş bir başka defasında...
Bu tür eleştirileri pek çok yazar yaptı...
Ancak Yalım Erez, Zeynep Atikkan'a diğer yazarlardan farklı davrandı. Çok ağır ve hiç haketmediği bir mektup gönderdi kendisine. Dedi ki o mektupta:
"Hanımefendi, yazılarınızın devamlı okuru değilim. Ancak, şahsımla ilgili bir konuda yazarsanız, kesip getirdikleri için okuyorum.
Bir köşe yazarının namusu, objektifliği ve tarafsızlığıdır.
Hakkımızda yazdığınız yazılarda, kocanızın kuyruk acısının varlığı açıkça görülmektedir.
İstanbul'un gecekondu semti Seyrantepe'de, bahçesinde mavi önlüklü miniklerin cıvıltılarla koşuşturduğu şirin bir okul var: Kemal Halil Tanır İlköğretim Okulu... Öyle bir okul ki.. 6, 7 ve 8'inci sınıfları, mevcut dört öğretmenle idare ediyor!.. Öğretmenlerin herbiri 3 - 4 ayrı dersi üstlenmiş: Sosyal Bilgiler, Matematik, Vatandaşlık, Beden, Resim... farketmiyor; "Boş geçmesin!" deyip giriyorlar.
Bu okulun bir de... kimseden tek kuruş beklemeden "can - ı gönülden" görev yapan bir müzik öğretmeni var: Köln Konservutarı mezunu piyanist Nükte Uğural... Nükte Hanım, okulu yaptıran işadamı Ali Yalman'ın çocukluk arkadaşıymış. 30 yıl sonra tesadüfen karşılaşmışlar. O gün Yalman çocukluk arkadaşının önerisine uyup okula bir piyano hediye etme sözü vermiş. Sonrasını Nükte Uğurel'den dinleyelim:
- Piyanonun geldiği gün tüm mahalle ayağa kalktı. Önce 5 - 10 öğrenciyle çalışırken büyük ilgi üzerine öğrenci sayım 40'a çıktı. Bu çocukların hiçbiri o güne dek ne nota ne piyano görmüş. Sadece birinin evinde ufak bir org varmış. Başlangıçta çalıştığımız oda çok soğuktu. Çocuklar canları kadar sevdikleri piyanonun bozulmaması için evden battaniyeler
Ankara Atatürk Lisesi Mezunları Derneği önceki gece Devlet Konukevi'nde bir davet düzenledi. Mezunlar birarada hoşça vakit geçirdiler. Bir ara plaketler verildi. Mezunlardan TBMM Başkanı Hikmet Çetin plaketini almak üzere davet edilirken:
- Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı Hikmet Çetin, şeklinde anons edildi...
Diğer mezunlardan farklı olmayan ölçüde alkış aldı...
Daha sonra plaketi verilmek üzere Başsavcı Vural Savaş'ın adı okundu...
Çılgın bir alkış koptu salonda... Dinmek bilmedi alkışlar...
Alkışların dozu, TBMM'nin ve Cumhurbaşkanı'nın itibarıyla, atamayla gelmiş bir başsavcının itibarı arasındaki fark açısından düşündürücüydü...
Bir arkadaşımız şu notu geçti:
"Dün gece Aksaray Orduevi'nde kardeşimin nişan töreni vardı. Merasim sonunda final şarkıları çalınıp söylenirken sahnedeki solist kapanış şarkısı olarak ne çaldı biliyor musun? 10'uncu Yıl Marşı'nı... Hem de Kenan Doğulu'nun ritmiyle değil normal marş şeklinde... Önce herkes hafif bir şok geçirdi. Çünkü bir önceki şarkı "Dönülmez akşamın ufkundayız" idi. Ardından herkes ayağa kalkıp en coşkulu tavrıyla bağıra çağıra marşı söyledi..."
Arkadaşımızın şaşırdığına biz şaşırmadık. Maçlarda İstiklal Marşı'nı söylemek adet olduğu gibi orduevindeki nişanlarda da 10'uncu Yıl Marşı söylenebilir.
Anlamlı ve duygulu bir marş...
Bizim marşı her dinleyişte şaşırdığımız bir başka nokta var.
Bu marş malum 1923 - 33 yılları arasındaki sosyal ve ekonomik zaferleri anlatıyor...
TBMM Başkanvekili Uluç Gürkan, "Seçimlerin iptaline" ilişkin önergeyi gündemden çıkarmış; hükümet hakkında verilen gensorunun oylamasına geçmiş, küskünlerin son umudunu da böylece yok etmişti. Arkadaşımız Fahrettin Fidan, "DYP'li küskün" Esat Kıratlıoğlu'na yaklaşarak sordu:- Sizler için artık son umut da tükendi galiba efendim? Kıratlıoğlu, acı acı gülümseyerek yanıtladı soruyu: - Hayır, son bir umut daha daha var! - Bir ihtimal daha mı var? Nedir o?- Anlatayım. Osmanlı padişahlarından biri, bir sabah uyandığında sarayın Marmara Denizi'ni gören pencerelerinden birine gitmiş. Dışarıya baktığında ne görsün? Savaş halinde oldukları ülkenin yüzlerce gemiden oluşan donanması, en küçük su parçası görünmeyecek şekilde denizi boydan boya kaplamamış mı? Dehşete kapılan padişah, son bir umut ve çare arayan korku dolu gözlerle yanıbaşındaki sadrazamına dönüp sormuş:- De bakalım bana sadrazam, bu beladan kurtuluşun bir ümidi, bir ihtimali var mıdır? Sadrazam hiç düşünmeden yanıtlamış:- Vardır padişahım....İhtimal ki derya tutuşa!..Kıratlıoğlu, fıkrayı
Pazar günleri değişiklik olsun diye geçmişte aldığım "özel not"ları yayınlamaya başladım... Gitar Prelüdü, Gece gibi... Dostlar ve okurlar beğendi... Bugün de 30 yıl önceki İsveç günlerine ait anı defterinden bir yaprak... Gençlik sırlarını paylaşalım...
***
Kar yağarken... İsveç'in Lund kentinde (Malmö yakınlarında bir üniversite kenti) geceleri sokaklarda dolaşırdım. Kimsecikler yok... Evlerin tül perdeli ve ışıklı pencelereleri ardında sessiz insanlar... Hem Avrupalı hem Avrupa'ya ve Dünya'ya uzak. Genelde öğrenciler ve üniversite hocaları... Ne hükümete kızıyorlar, ne ülkenin geleceğine dertleniyorlar... Bir sessiz bilim dünyasının ciddi insanları... Bense bir serseri... Ama memnun bir serseri... Hem kendi dünyasını hem onların dünyalarını gözleyen... Hem onların duygularını hem kendi duygularını bir kokteyl kabında çalkalayan... Kendine için için gülen... Kimseyi rahatsız etmeyen. Onları gören ama onlarca görünmeyen... Gizli keyifler içinde bir kayıp adam...
Geceleri sabaha karşı gazete dağıtırdım... Karlı yollardan geçip bisikletimle... Gazeteyi kapıdaki kutuya atardım.. Kapının ardında gazete
Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde, Birinci Dünya Savaşında kanları pahasına düşman donanmasının Çanakkale'den geçmesine izin vermeyen kahramanlar anılıyor. Cumhuriyet tarihinde çok özel ve önemli bir gün. Çanakkale'de törenler yapılıyor. Tam da o gün (yani önceki gün) Fransız donanmasından birkaç parça gemi Çanakkale boğazından geçiyor. 19 Mart sabahı İstanbul Boğazı'nda Dolmabahçe önlerine demirliyor. Geçen yıllarda Amerikan donanmasının da ziyaretlerini zaman zaman 10 Kasım, 29 Ekim gibi günlere raslattığını biliyoruz. Elbetteki dünkü düşmanlarımız bugün dostumuz. Bunlar da görünüşte iyiniyetli ziyaretler. Ama elbet "şov" amacı da içeriyor. Ne olursa olsun bu tür ziyaretler Cumhuriyet Bayramı, 30 Ağustos, 18 Mart gibi günlere rastlatılmamalı diye düşünmekteyiz.
Böyle günlerde gözler Boğaz'da Türk savaş gemilerini görmek istiyor...
Acaba Deniz Kuvvetleri Komutanlığı aynı konuda ne düşünür?