Melih Aşık

Melih Aşık

m.asik@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Döndük dolaştık, gazetecilere yönelik tehdit ve saldırı mevsimine geri döndük.

Ülke gelişmeyince, toplumsal hayat bir türlü demokrat sınırlar içine giremiyor. Mağara devrini aşamıyoruz.

Saldırı deyince... Başımdan geçen olayı sizlere aktarayım.

Yıl 1978, 8 Kasım günü. Günaydın gazetesinde çalışıyorum. O gün ilk çocuğum doğacak. Eşimi öğle vakti Cerrahpaşa hastanesine götürdüm. Ben gazeteye döndüm, eşimin doğum yapacağını, bir miktar avans almam gerektiğini söyledim. Hayırlı olsun, dediler. Avansı alıp tekrar hastaneye döndüm. İlk oğlumuz Doğan o gece 12 sularında dünyaya geldi. Hemşireler bebeği gösterdi. Tuhaf duygular içinde birkaç saniye bakabildim. Eşim 02 sularında odaya alındı. Ben de yanına girdim. Sohbet ettik. Gayet iyiydi. Gece yanında kalmamı önerdi. Orada izinsiz kalmak pek şık olmazdı, 04 sularında yanından ayrıldım, hastanenin karşısındaki sabahçı kahvesine gittim. Bir çay söyledim. Yanıma orta yaşlı biri yaklaşıp, “Araç lazım mı?” diye sordu. Güvenilmez biri gibi durmuyordu. Birazdan kalkıp Cihangir’e gideceğimi söyledim. Çay bitti. Kırmızı Renault marka bir araca bindik. Beni eve, Cihangir’e götürdü. Arabadan inip apartmanın kapısına yürüdüm.

Haberin Devamı

Tam anahtarı çıkarıp kapıyı açacağım sırada karanlıkların içinden iki genç fırladı. İkisinin de elinde o güne kadar görmediğim büyüklükte tabancalar. “Biz Başbuğ’un adamlarıyız” dediler gibi geldi bana. “Ceketini çıkar” dediler. Üstümde pardösü var. Ceketi çıkarmam için önce onu çıkarmam lazım. Ancak onlar nedense ceketimi çıkarmamda ısrar ediyor. Biri önde, diğeri iki metre geride duruyor. Tabancaların namluları tam alnıma hizalanmış. Ben “Para mı istiyorsunuz?” diye elimi cebime götürürken, öndeki saldırgan daha önce davranıp cüzdanı çekti aldı. Ancak ceketi çıkar muhabbeti sürüyor. Ceketi çıkarırken iki kolumu arkadan bağlayıp götüreceklerdi sanırım. Ben lafı uzatarak vakit kazanmaya çalışıyorum. Bir yandan da içimden nasıl bir kaderin içine düştüğüm geçiyor. Biraz önce çocuğum doğmuş ve ben biraz sonra ölüyorum. Çocuk ömür boyu “Babamı ben doğduğum gün öldürmüşler” deyip duracak. Ne hazin!

Haberin Devamı

Öndeki saldırgan, yumruk mesafesinde duruyor. Ceketini çıkar derken kabzayla alnıma da vuruyor. Tabancayı bir elimle itip suratına yumruk atmayı düşünüyorum. Gözüm arkadakine gidiyor. Onun eli hiç titremiyor. Namluyu tam alnıma doğrultmuş durumda. Kafamı çaktırmadan biraz sola, biraz sağa kaydırıyorum. Namlu aynı hareketle beni izliyor. Eğitim aldıkları belli. Derken, sokağın başında birtakım ayak sesleri duyuldu. Arkadaki “Birileri geliyor” dedi. Öndeki tabancanın kabzasıyla gözümün üstüne müthiş bir darbe vurdu. Yere düştüm. Onlar biraz ötede duran araca binip kaçtılar.

Her tarafım kan içinde. Üst komşunun zilini çaldım. Telefonla Genel Yayın Müdürümüz Rahmi Turan’ı aradım. Sağ olsun tabancasını cebine koyup yarım saatte geldi. Gözümün üstüne sargı bezi koymuşuz. “Bakayım” dedi. Gözümü açınca, görüntüden o da korktu. Hastaneye gittik. Gece vakti ameliyata aldılar. Pek de iyi geçmedi. Sabah vakti iki kişi gelip yanıma oturdu. İkinci Şube’den gelmişler. Olayı sordular. Kısaca anlattım. Sonra tekrar konuşuruz deyip gittiler. Bizim gazete ertesi gün olayı birinci sayfanın ortasında iki sütun verdi. Olayın siyasi bir yanı bulunmadığını, adi bir saldırı olduğunu yazdı. Emniyet öyle açıklamıştı. Ben gözümün tedavisi için Haldun Simavi’nin davetiyle Londra’ya gittim. Dönüşte tekrar işe başladım. O günkü kaos ortamında olayın dosyası “adi vaka” damgasıyla kapatıldı.

Haberin Devamı

Ben o sırada Günaydın’da etkili bir yerde bulunuyordum. İç siyasi haberler şefiydim. Bana veya gazeteye gözdağı vermek isteyenlerin fiili olabilirdi.

Etraftan eş dost bunun gazetenin içinden düzenlenmiş olabileceğini de dile getirdiler. Çünkü o gece hastaneye gideceğimi sadece onlar biliyordu. Gazetede her görüşten adam vardı. Belli bir etkinliğimizin bulunması bazılarını rahatsız ediyordu. Ancak saldırıyı içeriden birilerinin düzenlediği yolunda da kanıt yoktu. Kimseyi suçlayacak durumda değilim.

Benden bir hafta sonra Milliyet çizeri Bedri Koraman evinin önünde saldırıya uğradı. Saldırganla boğuşarak kurtuldu. Olay siyasi miydi, adi mi, o da anlaşılamadı. Milliyet haberi küçük verdi. İki hafta sonra Politika Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Özgür öldürüldü. Cesedi bir arabanın bagajında battaniyeye sarılı olarak bulundu. Basında tek sütun yer aldı. Kanlı olaylar birbirini izliyordu. Bana yönelik saldırıdan üç ay sonra Abdi İpekçi öldürüldü. Bu defa olayın siyasi olduğundan kimsenin şüphesi yoktu!

Eğer bizlere yönelik saldırılar basında büyütülseydi karanlık eller ülke çapında ses getirecek bir Abdi İpekçi cinayeti düzenler miydi? Bilemeyiz...

Sonraki yıllarda bize yönelik tehditler tabii eksik olmadı. Ailece bu tehditlerle birlikte yaşadık. Sonraları Uğur Mumcu’nun, Çetin Emeç’in, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Hrant Dink’in ve daha nice muhterem gazetecinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğine tanık olduk. Acı içinde kaldık.

Bugün de genç arkadaşlarımız saldırıya uğruyor, tehditler altında çok sıkıntılı günler yaşıyor. Neden? Çünkü doğruların yazılması istenmiyor ve gazeteciye her türlü saldırı olağan karşılanıyor. Halk basın özgürlüğüne sahip çıkmadıkça, çağdaş bir demokrasi ülkeyi sarıp sarmalamadıkça maalesef bu böyle süreceğe benziyor.

Oğlum Doğan mı? 40 yaşını geçti. Sabahları görüntülü hattan beni arıyor. Torunum Ömer’e, “Bak oğlum, deden” diye beni gösteriyor. Karşılıklı şirinlikler yapıyoruz. Ömer büyüyecek... Umuyorum ve diliyorum, gazeteciler dahil kimsenin insanlık dışı saldırılara uğramadığı bir ülkede yaşayacak...