Melih Aşık

Melih Aşık

m.asik@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       Devlet sanatçılığı konusundaki hararetli tartışmalara İbrahim Tatlıses de önceki akşam Kanal D Ana Haber programı aracılığıyla katıldı. "Okul ve üstgeçit inşası gibi sayısız hizmetlerine rağmen" listede adının olmayışına anlam veremediğini söyleyen Tatlıses, Baba'ya kırgınlığını kendine özgü üslubuyla şöyle aktardı:
- İbo Show'un bitiminde zırrr, bir telefon... Cumhurbaşkanımız arıyor: "Alo, İbrahimcim! Programını izledim, çok güzel olmuş, çok beğendim..." Koca Türkiye'de başka iş kalmamış da İbo Show'u mu seyrediyor, diyeceksiniz. Ama izliyor işte...
Ve o an... Baba'nın İbo'ya "resmen" haksızlık (!) ettiği anlaşılıyor!..
İbrahim Tatlıses, canlı yayına telefonla katılan "devlet sanatçısı" Sezen Cumhur Önal'ın tahrikleri üzerine dayanamayıp devlet sanatçılığını niçin bu kadar çok istediğini de anlattı:
- Söylemeyecektim ama söyleyeyim. Benim asıl isteğim yeşil pasaport almak... Yabancı havalaalanlarına iniyorum; Türk olduğumu anlayınca gel kardeşim diyorlar, bir saat bekliyorum. Ama devlet sanatçısı olsam, yeşil pasaportla geçip gideceğim...
Peki, devlet sanatçıları "yeşil pasaport" edinebiliyor mu?.. Kültür Bakanlığı Basın Müşaviri Nafiz Şahin'e danışıyoruz...
- Hayır, diyor, bu konu yanlış anlaşılıyor. Devlet sanatçılığı tamamen onursal bir unvan... Sadece kendilerine devlet sanatçısı kimlik kartı veriliyor. Bir de VİP yönetmeliğine göre ülkemiz havaalanlarının VİP salonlarından yararlanabiliyorlar. Hepsi bu kadar...
Anlaşılan... Bu devlet sanatçılığı bir yerde Yalova Kaykamaklığı gibi birşey...

Sorular, İzmirli okurumuz Ercan Güz'ün kafasına takılmış; dün telefonda bize yöneltti:
-Apo'yu bizden istemeyin, onu işlediği suçlardan dolayı burada biz kendimiz yargılayalım, diyen İtalyan makamlarına biz hangi gerekçeyle itiraz ediyoruz? - "Suç işleyen kişi, suçu işlediği yerde yargılanmalıdır" gerekçesiyle itiraz ediyoruz tabii ki...
- Peki gerekçemiz buysa, gazeteci Metin Göktepe'yi İstanbul'da öldüren polisleri niye İstanbul'da değil de başka ilde yargılıyoruz o zaman?
- Yargılamanın güvenliği açısından... Suçlanan polisler İstanbul'da yargılanırsa olaylar çıkabilir, gerekçesiyle...
- Peki şimdi adamlar çıkıp da bize, "Siz ülkenizin en büyük kentinde üç - beş polisi bile güvenli yargılamaktan aciz olduğunuzu itiraf etmişken Apo gibi 30 bin kişinin katilini nasıl güvenli bir şekilde yargılayabileceksiniz?" diye sorsalar ne yanıt vereceğiz?
Büyüklerimiz (!) bu sorulara ne yanıt verirler bilemeyiz ama biz okuyucumuza;
- Yoksa sen Apocu musun kardeş?.. diye karşı bir soruyla yanıt verdik de susturduk. Yoksa daha kimbilir neler soracaktı hain!..

Atatürk'ün ölümüne sebep olan hastalığının ilerleme süreci içinde bir "teşhis hatası" söz konusu olabilir miydi?.. 10 Kasım gecesi ATV'de Atatürk araştırmacısı ve tıp doktoru Profesör Utkan Kocatürk'ün verdiği bilgiler doğrultusunda Can Dündar dile getirdi bu şüpheyi...
Atatürk'
ün tedavisinden sorumlu Türk hekimler ile yurtdışından gelen hekimlerin teşhislerinin "farklı" olduğuna dikkat çeken Dündar, Atatürk'ü erken kaybetmemizin nedeninin böylesi bir "teşhis hatası" olup olmadığını sorguluyor; "Atatürk'e neden otopsi yapılmadı?" diye soruyordu.
Geçenlerde bu sütunlarda Tıp Tarihi Profesörü Arslan Terzioğlu'nun konuyla ilgili görüşlerini aktardık. Terzioğlu, Atatürk'ün doktorlarından Prof. Akil Muhtar Özden ve Mehmet Kamil Berk'in notlarına ve Atatürk'ün ölüm raporuna dayanarak "Türk ve yabancı hekimler arasında ihtilaf olmadığını, o yüzden otopsiye de gerek duyulmadığını" söylüyordu. Prof. Terzioğlu'nun değerlendirmesiyle ilgili olarak ilettiği notta Can Dündar özetle diyor ki:
...Bizzat Atatürk, 1938 Şubat'ında İnönü'ye;
- Hastalığımı geç teşhis ettiler. Vahametini geç söylediler. Yoksa beni bilirsin, tedbirli adamımdır, hiç tedbir almaz mıydım? Şimdi herşeyin geç kalmış olmasından korkuyorum, diyor.
Bu sözler bile belki de Atatürk'ü erken kaybetmemize neden olan bu hataya ilişkin tartışmanın önemini ortaya koyuyor. Türk doktorları Atatürk'e 1938 Ocağında "alkole bağlı siroz" teşhisi koydular. Mart 1938'de Prof. Fissenger'nin de bu teşhisi doğruladığı söylendi. Oysa Fissenger, sirozun alkole bağlı olmadığı kanısındaydı. Eylül ayında Atatürk'ü bir kez daha muayene etti; karaciğeri yine büyük buldu. Alkole bağlı siroz teşhisi doğru olsa karaciğerin küçülmesi gerekirdi. Bu muayeneden sonra Prof. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat Belger ve Prof. Fissenger 8 Eylül 1938'de müşterek bir rapor yazarak karaciğerin büyük olduğunu belgelediler. Ancak Prof. Fissenger rapora şerh düşme gereği duydu. 10 Kasım gecesi Prof. Kocatürk'ün ilk kez açıkladığı bu belgeye göre, Prof. Fissenger, Atatürk'te Türk doktorların söylediği gibi "alkole bağlı sirozun" söz konusu olamayacağını; "alkol dışı sebebe bağlı bir siroz çeşidine" rastlandığını yazıyordu. 9 Eylül 1938 günlü raporunda da aynı görüşü dile getiriyordu.
Otopsinin neden yapılmadığının açıklamasını ise yine söz konusu programda Atatürk'ün doktorlarından Neşet Ömer İrdelp'in asistanı Perihan Çambel'in kendi sesinden yayınladık. Çambel, 1978 yılında Prof. Kocatürk'e yaptığı açıklamada aynen şöyle diyordu: "Otopsi yapılması, devlet erkanı ve raporuna imza atan hekimler tarafından istenmedi. Ben bilinçaltı istenmediği kanısındayım. Çünkü gerçek meydana çıksaydı, teşhisi koyan hekimler rahatsız olacaklardı..."



Yazara E-Posta: m.asik@milliyet.com.tr