Hürriyet dün alıntı yapmıştı. İki araştırmacı gazeteci
Soner Yalçın ile
Doğan Yurdakul'un öldürülen MİT starı
Hiram Abas'ın hayatını anlattıkları
"Bay Pipo" kitabından...
12 Mart Muhtırası'ndan bir gün önce, dönemin başbakanı
Demirel eşi
Nazmiye Hanım'ı Genelkurmay Başkanı ile komutanların eşlerinin bulunduğu bir yemeğe gönderiyor.
Hani, hanımların ağzını arasın, dedikodu medikodu arasında
"askerin bir hareketi olacak mı" öğrensin diye.
Nazmiye Hanım yemekten
"eve" dönünce,
"Merak etme Süleyman, her şey normal" diyor. Ertesi gün de
"normal" bir muhtıra darbesi geliyor.
. . .
Belki, o günden sonra
Süleyman Bey, düşünmüş taşınmış,
"Yahu bu aileyi genişletmek lazım" demiş, işte günümüzün
"aile fotoğrafı"na kadar gelmiştir.
Her ne kadar 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü 12'den vuramayıp atlamışsa da,
Demirel Türkiye'nin her tarafından en iyi
"haber" alanlardandır, belki de birincisidir.
Onun kadar olmasalar da, diğer liderler de iyi
"haber" alır.
Fakat, mesele
"haber"i almakla bitse keşke. Onu değerlendirmek, yorumlamak, önceliklerle ilgili tercihleri yapmak,
haberler arasından neyi önemseyeceğinizi belirlemek başka bir iş.
. . .
Onlar
"halkın nabzı"nı tutarlar, ama asıl kulak verdikleri, dinledikleri, uydukları;
"dünya düzeni" ile
"memleket düzeni"nin elitleri, güçlüleri, etkinleridir.
Halkla siyasetin kopukluğu, siyasetin temsil yeteneklerini yitirmesi, milletin yarısının kararsızlaşması da kısmen bu yüzden.
Tabii aynı şey bizim meslek için de geçerli.
Türkiye'yi sesi çıkabilen bir kesimden ibaret düşündüğünüzde, sesi çıkamayanların sesi olma görevinden kaçtığınızda, o sorumluluktan uzaklaştığınızda, temel olarak iki kurum halk bağını yitiriyor zaten. Biri
"onlar", biri de
"biz."
Arkasında ve yanında o bağın desteğini, gücünü hissedemeyen yahut bulamayan
"onlar" ve
"biz" de, ya başka güçler karşısında güçsüzlükten sallanıyor yahut da sadece birbirine sarılıveriyor.
Yani sorun sadece haber almak, sadece nabız tutmak değil...
Bu ülkenin nüfusunun kaç olduğunu hep akılda tutabilmek.