Andrew Mango'nun Marmara Üniversite'sindeki konuşmasını dinledim, sonra da onunla oturup sohbet etme şansını buldum. Sosyal bilimci Mango'yu tanımayanınız yoktur. O, İstanbul doğumlu, 1947'den itibaren 14 yıl BBC'nin Türkçe Yayınlar Sorumlusu olarak çalıştı ve o zamandan beri Türkiye ile ilgili çalışmalarını sürdürdü. Son kitabı, altı yıl çalışarak hazırladığı 666 sayfalık ingiliz dilindeki en kapsamlı Atatürk biyografisi. Kitap yakında Türkçe olarak da yayınlanacak.
Andrew Mango o güzel konuşmasına, Türkiye'nin en büyük sorununun düzensizlik olduğunu söyleyerek başladı. 1950 yılında tek parti yönetiminin sona ermesini (yani tek partinin muhalefete düştüğü yılı) çok önemli bularak ve demokrasi sözcüğü yerine partikrasi'yi kullanarak şöyle dedi: "50 yıllık partikrasi'den sonra devletin yeniden onarılması lazım. Bu 50 yılın sonunda ilerlemenin sağlamlaşması için düzensizliğin bitmesi şarttır. Değişme tedrici olur A'dan Z'ye değişme olmaz, ama bir yerden başlamak lazım. Bilgi yayılmaktadır ve düzensizlik de düzelemeyecek birşey değildir. Düzen konsensusla sağlanabilir. Eğer bu hükümet daha fazla kanun çıkarabildiyse öncekilerden daha iyi oldukları için değil, bir konsensus oluştuğu içindir." Mango bir ara "Vergileriniz de azalmayacak hiç hayal etmeyin" diyerek şöyle devam etti: "Uzmanıyla, rüşvet almayacak kadar iyi kazanan memuruyla, düzgün bürokrasisiyle, devlet ucuz bir mekanizma değildir." İşte Andrew Mango'nun konuşmasından parçalar...
* Enflasyon tabi bir afet değildir. Onu insanlar yaratır. Bir düzensizlik belirtisidir. * Hiçbir zaman anlayamadığım ve tercüme edemediğim 'dış mihraklar' lafınız var. Bir takım komplo teorileri, cehalet sisinde gördüğümüz hayaletlerdir. * Laiklikten maksat dünya işlerinin, kanunların günün ihtiyaçlarına göre sağlanması ve herhangi bir doğmanın etkisinde kalmamasıdır. Dünyada da laiklik farklıdır. Fransa'da başka, Amerika'da başkadır. İngiltere'de laiklik yoktur. Resmi dini vardır. Ama yasalar, kamu yönetimi resmi dine bakmaksızın günün ihtiyaçlarını ve seçmenlerin isteklerini yansıtır. * Atatürk uygarlığın tek ve evrensel olduğuna, bütün milletlerin buna katılabilmelerine, uygar milletlerin aynı çıkarları paylaşan bir aile oluşturduğuna inanıyordu. Hıristiyan, İslam medeniyetleri değil, insanlığın ilerlemesine dayanan birtek medeniyet diyordu * Akılcılık çeşitli dinlere inananlarla, hiçbir dine inanmayanların birlikte yaşayıp, işbirliği yapabilecekleri ortak zemin olarak laikliğe önem verir. * Sovyet düzeni çöktüğünde Rusya'da bir söz vardı; bilgisayarın komünisti kapitalisti yok. Hıristiyan ya da Müslüman bilgisayar da yoktur. Gerçek bilimin de dini ve ideolojisi yoktur. Din bilimi vardır, o başka. * Atatürk bilgi eksiğinizi biliyordu ama imkan verilirse milletinin herşeyi öğrenebileceğini de biliyordu. 'Biz herşeyi biliriz' demek de, 'Biz adam olamayız' demek de yanlıştır. * Atatürk'ü ideolojik olarak tanımlamak güçtür. Gerçekçilik bir ideolojiyse, o gerçekçi bir insandı. * Atatürk önemini koruyor çünkü kurduğu bina güçlüklere rağmen sağlamdı, onun somut mirası Türkiye Cumhuriyeti'dir. 1923 yılında 12 milyon insan vardı. Çoğu okuma yazma bilmiyordu. Açtı sefildi. 75 yıl içinde başarılan işler az değildir. * Benim yaptığımı bir Türk'ün yapması daha iyi olurdu. Bundan iyisini ancak bir Türk yapabilir. Bugüne dek neden böyle bir kitap yazılmamış, insan bir şeye çok yakın olunca böyle oluyor.
Neden yapmıyorlar?
Hiç yıkanmıyorsun... Pis kokuyorsun... Ayakkabıların çamur içinde, üstün başın yırtık pırtık... Tırnakların uzamış, içi pislenmiş... Sokaklarda geziyorsun... Birisi diyor ki, seni evime alırım ama önce yıkan, sonra saçını başını düzelt, tırnaklarını kes, ayakkabılarının çamurunu temizle. Deodorant kullan, güzel kok...
"Hayır... Ben böyleyim, almazsan alma evine" diyorsun, ama yine de o temiz eve girmeye çalışıyorsun... O zaman ona diyorlar ki, "Onlar istiyor diye temizlenme, zaten temiz ve güzel kokulu gezmek lazım, bunu kendin için yap, çevren için yap..." Onu da yapmıyorsun... Böyle çamur içinde, temiz insanlar arasında yaşamaya kalkıyorsun... Olacak iş mi bu şimdi?
Hiç mi utanmıyoruz anlamıyorum ki... Clinton'dan Blair'e, Schröder'den, Lipponen'e herkes bize parmağını sallayarak akıl veriyor... İnsan hakları diyor, idam cezası diyor, işkence diyor, diyor da diyor... Bizim büyüklerimiz de boyunları bükük dinliyorlar. Peki neden yapmıyorlar? Neden o içine girmek istedikleri evin önünde hala çamurlu ayakkabıları ve pis kokan saçlarıyla boyunları bükük azarı işitip dikiliyorlar.
İnsan haklarından yana mısınız? İşkenceye karşı mısınız? İdam cezasının kalkmasını istiyor musunuz? Evet... E yapın o zaman. Unutun Apo'yu Mapo'yu yapın... Neden bugüne kadar yapmayıp da başınıza bu kadar bela aldınız zaten?
Bir yemek şöleni
O gün
Borsa Lokantası'nda, o gurmeler arasında, o yemek "alimleri"nin, yemeği bir sanata dönüştürenlerin içinde, eğer gün boyunca o sunta görünümlü diyet bisküvilerden yediğimi söyleseydim, ya da mazallah, bir önceki akşam, kadeh kaldıranlara eşlik ederken, hem çok içmemek, hem de içenlerden geri kalmamak için, o güzelim kırmızı şarabın içine su kattığımı söyleseydim... Düşünmek bile istemiyorum bunu... Şimdi o madalyalı adamlar, bunu okuyup da öğrenince bile beni lanetleyebilirler ve asla bir daha aralarına almama kararı verebilirler ama, dürüstlükte yarar var...
O gece Borsa Lokantası "Gastronomi Birliği Rotisörler Zinciri Derneği / Chaine des Rotisseurs" onur plaketini alıyordu. Ve 80 kişilik misafirlere sanki bir sınav gibi ama olağanüstü güzellikte bir şölen sunuyordu. Lokanta İznik Vakfı'nın çini panolarıyla süslenmişti ve önümüze konulan tabak da eşsiz güzellikte bir çiniden oluşuyordu. Sofrada bazı kurallar vardı... Kahve gelene dek asla sigara içilmeyecekti... Tuz ve biber de masada yoktu... Yoktu çünkü yemekler öylesine lezzetliydi ki, hiçbir şeyi ilave etmek gerekmiyordu. Su da özel isteğe tabi idi. Her iki kişiye bir garson düşüyordu, yemekler aynı anda servis ediliyor, boş tabaklar aynı anda alınıyordu. Garsonlar belli bir koreografi içinde geliyor ve gidiyorlardı. Ve yemeğin sonunda kahvenin yanında küçücük kadehlerde gelen vişne likörüne benzeyen ama benzemeyen de, o şahane içkinin ne olduğunu doğrusunu isterseniz o seçkin uzmanlar bile bilemiyordu... O bir Tokat ürünüydü... O Diren'in ürettiği Mahlep'di... O nefis bir şeydi... Gecenin sonunda aşçılar ve garsonlar önümüzde dizildiler, biz de onları alkışladık... Borsa'nın yetkilisi Rasim Özkanca mutluydu... "Türk mutfağının dünyada bir numara olduğuna inanıyorum, ama geçmişten bugüne unutulmuş pek çok şey var, bunun okulu de ne yazık ki yok. Onun için çok çalışarak Türk mutfağını geliştireceğimize inanıyorum" diyordu...
Yemeğin ve yemek yemenin bir sanat, bir kültür olduğu o gece somut olarak konuklara sunuluyordu.
Yazara E-Posta:
d.asena@milliyet.com.tr