Başlıktaki soruyu hemen yanıtlayalım: Esas pozisyonlarda, stratejide -en azından şu aşamada- değişen bir şey yok. Ama üslupta, taktikte bazı yenilikler var...
Geçen cumartesi günü Cenevre’de “Altılar” ile İran arasında yapılan toplantının sonucunu bu şekilde özetleyebiliriz.
Başta çok önemsenen bu toplantının başlıca özelliği, ABD’nin ilk kez “üst seviyede” (Dışişleri Müsteşarı William Burns’ün katılımıyla) temsil edilmesidir. Washington böylece bir süredir İran’la, tartışmalı nükleer programı konusunda devam eden müzakerelere daha aktif olarak iştirak etmiş oluyor.
Bu “yenilik”, Bush yönetiminin son günlerde İran politikasında yer aldığı bildirilen bir değişikliğin de işareti. Örneğin ABD, 1979’dan beri İran’la kesik olan ilişkilerini, farklı şekillerde, (Tahran’da “menfaat ofisi” açmak suretiyle) yeniden canlandırmayı planlıyor.
İran’a karşı sert tavrıyla tanınan Bush yönetimini şimdi değişik bir yaklaşım sergilemeye iten çeşitli nedenler var. Başkan’a yakın
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın bir güne sığdırdığı Bağdat ziyaretinin önemini ortaya koyan bir dizi faktör var: Bu, bir Türk Başbakanı’nın 18 yıldan beri Irak’a gerçekleştirdiği ilk resmi gezi... Aynı zamanda Amerikan işgalinden bu yana, Bağdat’a bir bölge ülkesi liderinin yaptığı ikinci ziyaret (birincisini İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad yapmıştı)...
Bunlar, Erdoğan’ın Bağdat seferinin “sembolik” özellikleri. “İçerik” olarak bu, çok dolu ve verimli bir gezi oldu. Irak’ın önde gelen hükümet ve devlet yetkilileriyle yapılan görüşmelerin yanı sıra, çok önemli bir belge de imzalandı. “Ekonomik ve Stratejik İşbirliği ve Bütünleşme” adı verilen anlaşmanın bir özelliği de, gerek Türkiye’nin, gerekse Irak’ın ilk kez böyle bir belgeye imza atmış olmasıdır.
Anlaşmanın diğer bir özelliği de, iki ülke arasındaki işbirliğini “bütünleşme” (entegrasyon) noktasına ulaştırmayı ve bu amaçla kurulacak mekanizmayla “kurumsallaştırma”yı
İRAN’ın son 48 saat içinde peş peşe gerçekleştirdiği füze denemeleri ve bunun yol açtığı tepkiler, bölgede bir askeri çatışma olasılığını ve kaygılarını artırmış bulunuyor.
Bu denemeler, İran ile ABD’nin ve İsrail’in son haftalarda giriştiği “güç gösterileri”nin yeni bir halkasını oluşturuyor.
Geçen ay İsrail, İran’ın nükleer tesislerini vurma yeteneğini denemek için Yunanistan açıklarında, 100 uçağın katıldığı bir hava tatbikatı düzenlemişti...
Geçtiğimiz günlerde, Amerikan ve İngiliz savaş gemileri Körfez’de, İran’a ulaşabilecek füzelerin kullanıldığı bir manevra gerçekleştirmişti...
İran’ın son füze denemesi, bu “savaş oyunları” dizisinde, “düşman” ilan ettiği ülkelere verdiği bir karşılık sayılıyor.
Siyasi çözüm
İSTANBUL’daki ABD Başkonsolosluğu’nu uzaktan görenler dahi, bir kale gibi duran ve çok sıkı korunan bu binaya zorla girmenin mümkün olmadığını kolayca anlar.
Dün bir grup teröristin İstinye sırtlarındaki bu binaya saldırmaya kalkışması, bu bakımdan ilk bakışta garip görünüyor.
Saldırıyı tertipleyenlerin silah zoruyla dahi olsa, başkonsolosluk binasının çevresindeki güvenlik hattını geçemeyeceklerini ve içeriye giremeyeceklerini bilmemeleri mümkün mü?
Bu soruyla birlikte akla birçok olasılıklar geliyor.
Saldırganlar ya bu eylemi iyi planlamadılar, polisle çatışarak içeri giremeyeceklerini hesaplayamadılar veya bu saldırıyı başka amaçlar güderek, öleceklerini bile bile gerçekleştirmeye azmettiler.
Eğer ikinci olasılık doğru ise, bunu bir intihar eylemi gibi görmek gerek.
Bu bakımdan ABD Başkonsolosluğu’na karşı gerçekleştirilen bu saldırı 2003 yılında İstanbul’daki İngiltere Başkonsolosluğu’na karşı girişilen bombalı eylemden yöntem bakımından farklı bir nitelik taşıyor.
İÇ siyaset, parti kapatma davaları, soruşturmalar, tutuklamalar ve hararetli tartışmalarla “ısınmaya” devam ededursun, çoğumuz havanın -fiziki anlamda- anormal “ısınması”nı pek ciddiye almıyoruz.
Daha doğrusu, meselenin sıcakların birdenbire bastırması kadar basit olmadığının farkındayız. Aşırı sıcaklar gibi, kuraklığın ya da tersine sellerin son zamanlarda “iklim değişikliği” diye tanımlanan olayın sonucu olduğunu artık biliyoruz...
Kuraklık yüzünden mümbit toprakların da çölleştiğini, tarım alanlarının daraldığını, sonuçta gıda fiyatlarının yükseldiğini de görüyoruz...
Keza, seller, fırtınalar nedeniyle sadece kırsal bölgelerin değil, kentlerin de büyük zarar gördüğüne, dolayısıyla ülke ekonomisinin büyük zararlara uğradığına tanık oluyoruz...
Belki kamuoyunun daha az farkına vardığı husus, şimdi karşılaşılan bu durumun insanların kendi elleriyle doğanın dengelerini bozması arasındaki ilintidir. Evet, insanları bilerek veya bilmeyerek, ülkeyi -ve genelde gezegeni- giderayak yaşanması zor hale getiriyor. Havayı, denizi, suyu
PARİS’te 40’tan fazla ülkenin liderlerini bir araya getirecek olan “Akdeniz İçin Birlik” zirvesine sadece 5 gün kaldı. Türkiye’nin bu önemli konferansa katılıp katılmayacağı henüz belli değil. Bu konuda kararını (şu satırların yazıldığı ana kadar) açıklamayan tek davetli ülke Türkiye...
Önümüzdeki pazar yapılacak zirveye 27 AB üyesinin ve 15 Akdeniz ülkesinin devlet veya hükümet başkanlarının katılacağı kesinleşti. Dün uzunca bir tereddütten sonra Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika da Paris’e gideceğini bildirdi.
Bu durumda daveti reddeden tek lider, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi!
Türkiye’nin artık daha beklemeden kararını ilan etmesinde yarar var. Geniş Akdeniz bölgesinde yer alan ülkelerin (hatta birbirine düşman ulusların), tüm AB üyeleriyle birlikte yer alacağı böylesine önemli bir forumda Türkiye’nin bulunmaması çok büyük bir eksiklik ve kayıp olur.
Sonunda Türkiye’nin de, bazı tereddütlerine rağmen -daha alt bir düzeyde de olsa-
İLK bakışta, AB Dönem Başkanlığı’nı devralan Fransa’nın Türkiye’nin üyelik perspektifine ilişkin tavrı net olmaktan uzak görünüyor.
Nitekim bu hafta Fransa’nın AB’nin başkanlık koltuğuna oturmasından hemen sonra, bu izlenimi güçlendiren, zihinleri karıştıran haberler gelmeye başladı.
Cumhurbaşkanlığı (Elysee) Sarayı yetkililerine atfedilen ifadelere göre, “Fransa’nın temel tutumunda bir değişiklik yok... Son siyasi gelişmeler (parti kapatma davası) Türkiye’nin AB’ye entegre edilmesi konusunda duyulan şüpheleri güçlendirecektir”...
Bir başka habere göre, Fransa kendi başkanlığı döneminde, müzakere sürecini devam ettirmekle beraber, üyelik hedefiyle ilintili saydığı 5 faslın müzakereye açılmasına karşı çıkacak.
Buna karşılık, Fransız başkanlığının Türkiye ile müzakere sürecinde “tarafsız, objektif ve dengeli” bir tavır benimseyeceğine dair açıklamalar da yapıldı.
Bu arada Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’e göre, Fransa üyelik konusundaki çekincelerini
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas’ın bir araya gelmeleri artık rutin sayıldığı için, Kıbrıs dışında dikkatleri fazla çekmiyor. Hele tamamen iç siyasal olaylara odaklanan Türkiye’de açıkçası bu toplantılar pek ilgi görmüyor.
Geçen salı günü Talat ile Hristofyas’ın buluşması, medya açısından da sönük geçti. İki liderin o eski hararetli el sıkışması, şakalaşması, gazetecilere demeç vermesi gibi sahneler bu kez yaşanmadı. Sadece uzun görüşmeden sonra, kısa bir açıklama yayımlandı.
Bu toplantıdan “usul” bağlamında çıkan somut sonuç, bu sürecin devamıyla ilgili: İki lider bu kez, yeni atanan BM Kıbrıs Özel Temsilcisi Avustralyalı diplomat Alexander Downer’in katılımıyla 25 Temmuz’da bir araya gelecek. Bunu büyük olasılıkla eylül başlarında “doğrudan” kapsamlı müzakereler izleyecek.
Salı günkü toplantıdan “içerik” bağlamında çıkan somut sonuca gelince, resmi açıklamaya göre, iki