BEKLENMEDİK bir terslik çıkmazsa, bu sabahtan itibaren “Gazze cephesi”nde sükûnet hâkim olacak...
Haftalardan beri süren Mısır’ın arabuluculuğu sayesinde, İsrail hükümetiyle Gazze’deki Hamas yönetimi arasında (tabii dolaylı olarak) varılan ateşkes anlaşması nihayet uygulanmaya konuyor.
Buna göre, çatışmalar kesilecek, Gazze’den İsrail’e roketler fırlatılmayacak, İsrail ordusu Gazze’yi bombalamayacak, İsrail Gazze üzerindeki ablukayı hafifletecek, sınırı insan ve mal trafiğine açacak... İki hafta sonra da Gazze Şeridi ile Mısır arasındaki Refah sınır kapısının açılması ve Gazze’de hapsedilen İsrailli asker Gilad Şalit’in serbest bırakılması için müzakereler yapılacak...
Ya tutarsa?..
Bu anlaşmanın anlam ve önemini şöyle özetleyebiliriz:
- Gazze’den İsrail’in güney bölgesine durmadan roket yağması, İsrail’in buna misilleme olarak Gazze’yi sürekli bombalaması ve bu bölgedeki 1.5 milyon Filistinliyi abluka altında tutması, iki tarafı da bezdirdi. Hamas ve İsrail
“AB’de ‘hayır’ı kesin bir yanıt (veya son söz) olarak algılamayın!..” Bu sözü İngiliz yetkilileri, Türk meslektaşlarıyla görüşmelerinde sık sık söylerler. İngiltere’nin AB ile üyelik müzakereleri sürecinde Fransa iki kez vetosunu kullanmıştı. İngilizler bu “hayır”a rağmen yollarına sebatla devam ettiler ve sonunda AB’ye girdiler. Bu yüzden İngilizler, AB’de “hayır”ın nihai karar olarak kabul edilmemesini hep tavsiye ederler.
Şimdi AB yetkilileri de, farklı bir konuda da olsa, İrlandalıların Lizbon Antlaşması’na “hayır” demesine karşı aynı tavsiyeyi tekrarlıyorlar. Yani, bunun “son söz” olarak algılanmaması gerektiğini belirtiyorlar.
Nitekim AB dışişleri bakanlarının Lüksemburg’daki toplantıda vardıkları karar bu doğrultuda.
Evet, İrlandalıların “hayır” demesiyle Lizbon Antlaşması bir darbe yedi. AB şimdi yeni bir krizle uğraşmak zorunda. Ama bütün kafa karışıklığına rağmen, Birlik Lizbon Antlaşması’nı canlı tutmaya çalışacak ve herhalde sonunda buna bir çare
İrlanda halkının, AB’nin yeniden yapılanmasını öngören Lizbon Antlaşması’nı reddetmesi, bir dizi düşündürücü gerçeği gözlerin önüne serdi.
Bunlardan biri, AB’nin geleceği açısından yaşamsal önem taşıyan bir konuda, minik bir üye ülkenin belirleyici bir rol oynayabilmesidir.
AB’nin 27 üyesinin toplam nüfusu 497 milyon. Dört milyon nüfuslu İrlanda’da, Lizbon Antlaşması’na “hayır” diyenlerin toplam sayısı ise 862.415. Bu hesaba göre, koca Birlik içinde, bu temel antlaşmayı reddedenlerin oranı sadece 0.02’den ibaret!
Bu çok garip görünebilir, ama AB’de böyle önemli kararlar dahi, oybirliği ile alınıyor.
Bu konuyu referanduma sunan tek ülke, İrlanda. Diğer üyeler bu işi parlamentolarının onayı ile hallediyorlar. Nitekim şimdiye kadar 18 ülkenin meclisleri antlaşmayı onayladı bile.
Ama İrlanda halkının Lizbon Antlaşması’na “hayır” demesi, 1 Ocak 2009’da yürürlüğe girmesini engellemeye yetiyor...
Halk farklı düşünüyor
“TIMES” gazetesinin manşeti “Satılık Parlamento” diye geçiyor. “Guardian”ın başlığı ise “Utanç Verici Zafer” şeklinde...
Olay, İngiliz Avam Kamarası’nın Başbakan Gordon Brown’un terörle mücadele çerçevesinde önerdiği bir yasa değişikliğini onaylamasıyla ilgili.
Buna göre, -yasa kesinleşirse- terör zanlılarının gözaltında tutulması süresi, şimdiki 28 günden 42 güne çıkacak. Yani terör eylemlerine karıştığından şüphe edilen şahıslar, soruşturma boyunca, mahkemeye çıkarılmadan, 6 hafta nezarette yatacaklar.
Başbakan Brown ve İşçi Partisi hükümeti, bu yeni yasal düzenlemenin parlamentoda kabul görmesi için haftalarca uğraştı. Gereken çoğunluğu alabilmek için çeşitli manevralara girişti. Bir rivayete göre de, Kuzey İrlanda’ya 225 milyon sterlinlik bir ekonomik destek vaat ederek, bölgeyi temsil eden başka bir partiye mensup milletvekillerini ayarttı...
Sonuçta yasa geçti, ama sadece 9 oy farkla. Brown’un partisinden 36 milletvekili
ABD Başkanı George V. Bush’un 4 ülkeyi kapsayan 7 günlük Avrupa turu, Amerikan yetkililerinin deyişiyle, yaşlı kıtaya “veda” niteliğini taşıyor. Gerçekten bu, Bush’un Başkan sıfatıyla Avrupa’ya yaptığı “son ziyaret”...
Avrupalılar açısından ise bu gezi, Bush’a “Haydi güle güle” demek fırsatını veriyor. Açıkçası Bush, giderayak farklı bir tavır takındığı halde, Avrupa’da -özellikle kamuoyunda- sevilmiyor. Bu bakımdan Avrupalılar, Bush’un görevi yakında sona ereceği için memnun ve ondan sonraki dönemde ABD ile Avrupa’nın daha iyi anlaşabildikleri konusunda umutlu...
Eğer Başkan Bush, şimdi söylediklerini çok daha önce söyleseydi, kuşkusuz Avrupalıların onun hakkındaki fikri de başka olurdu.
Bush daha işin başında dünya meselelerinde bildiğini okuyan, en yakın dostlarının düşüncelerini ve kaygılarını dikkate almayan kibirli, hatta küstah bir tavır içindeydi. İzlediği politikalar “tek taraflılık” (unilateralism) esasına dayalı idi. Bunun en kötü örneği,
İLK bakışta Türkiye ve Pakistan’daki siyasi gelişmelerde bazı benzerlikler görmek mümkün. Örneğin şu anda Pakistan, Türkiye gibi, siyasetçilerle yargı arasında bir mücadeleye sahne oluyor.
Ama bu benzerliklerin özünde, büyük farklar da var. Pakistan’da yargı ile ilgili krizin nedenleri, özellikle ve de cereyan şekli, Türkiye’dekinden çok farklı.
Unutmamalı ki, Pakistan hâlâ askeri rejimden demokrasiye geçiş sürecinin sarsıntılarını yaşıyor. Yönetimin başında henüz üniformasını yeni çıkarmış olan eski bir komutan -Pervez Müşerref- var. Siyasal sistem henüz tam oturmuş değil. Taliban başta olmak üzere, radikal İslamcı güçler giderek nüfuzlarını artırıyor. Terörün yaygınlaşması karşısında, ülkenin güvenliği, bütün siyasal tercihlerin önünde tutuluyor...
Yargı alanında da Pakistan’ın yaşadığı sıkıntının kendine özgü nedenleri var. Üstelik Pakistanlılar bu sorunu ilk kez yaşamıyorlar. 1958’de General Eyüp Han’ın
Parti kapatma davasının açılmasına karşı dış dünyanın gösterdiği sert tepkiye kıyasla, türban davasının sonucu karşısındaki tavrı çok daha yumuşak oldu.
En azından resmi ağızlar -özellikle AB’ye ve ABD’de- Anayasa Mahkemesi’nin konu ile ilgili kararına karşı net ifadeler kullanmaktan, hatta bu kararı yorumlamaktan çekindiler.
Tabii bazı yetkililerin demeçlerinde, satırlar arasında, bir hoşnutsuzluk -ve de kaygı- sezmek mümkün. Ama parti kapatma davasında görüşlerini çok açık ve sert biçimde ortaya koyan AB Komisyonu yetkilileri, bu meselede “müdahale” izlenimini veren herhangi bir ifade kullanmamaya özen gösterdiler. Örneğin, Komisyon sözcüsü, türban konusunun Türk halkının bir sorunu olduğunu vurguladı ve bunun Türkiye’deki kurumlar tarafından çözümleneceği umudunu dile getirdi.
Ama bu, Anayasa Mahkemesi’nin türbanla ilgili kararı Avrupa’da, siyasi çevrelerde ve medyada olumsuz tepkilere yol açmadı demek değil. Avrupalı diplomatlar, özel konuşmalarında
GEÇEN ay İstanbul’da sessizce başlayan ve 3 gün süren İsrail-Suriye “dolaylı” görüşmelerinin ikinci raundu -bir terslik çıkmazsa- önümüzdeki hafta gerçekleşecek.
Türkiye’nin gözetiminde yapılan bu görüşmeler, belki de aylarca sürecek olan uzun bir sürecin parçası. Eğer tatmin edici ilerlemeler kaydedilirse, şimdilik Suriye ve İsrail temsilcilerinin görüşlerini ve önerilerini Türk yetkilileri aracılığıyla birbirlerine ilettikleri bu görüşmeler “doğrudan” yapılacak, yani iki tarafın delegeleri aynı masanın etrafında toplanacak...
Bu aşamada bütün bu temasların gizlilik içinde yapılmasını doğal karşılamak lazım. Bununla beraber, olumlu geçtiği söylenen ilk randevudan sonra, şimdi daha detaylı çalışmaların başlayacağı ve bu arada ele alınacak konular üzerinde komitelerin kurulacağı öne sürülüyor.
İyi başladı...
İlk buluşmadan bu yana iki hafta geçtiği halde, dünya basını hâlâ bu görüşmelerden ve bunda Türkiye’nin