“İNSANLIK dramı”... “İnsanlık ayıbı”... “İnsanlık bitti mi?”... Türk basını önceki gün İstanbul’da bir grup “kaçak göçmen”in uğradığı felaketi böyle başlıklarla aktarıyordu.
Türkiye yolu ile Avrupa’ya geçip oradaki ülkelere sığınmayı ümit eden, çoğu Pakistanlı ve Burmalı yüzden fazla insan, bu uzun yolculuğu bir TIR kamyonunun içinde, balık istifi gibi yapmak zorunda kalmışlardı.
Kapalı kaldıkları kamyonun kasasında, günlerce yemeksiz, susuz ve en önemlisi havasız kalan bu zavallılar, İstanbul’a yaklaşırken, ölümün eşiğindeydiler. Nitekim onları sözde Yunanistan’a kadar götürecek olanlar, aracı Küçükçekmece’deki bir kırsal bölgede terk ettikleri zaman, içinden 14 ceset ve ölüm sınırına gelmiş birçok insan çıktı.
Bu gerçekten hayvanlara dahi reva görülmeyecek büyük bir vahşet ve vicdansızlık.
Bu olay “kaçak göçmenler” sorununun son zamanlarda aldığı ciddi
SORUNUN yanıtı açık: Daha istikrarlı, daha demokratik, daha güvenilir... Evet, Anayasa Mahkemesi’nin AKP ile ilgili kararının ardından, dış dünyada yapılan değerlendirmeler bu yönde.
Son haftalarda yabancı diplomatik çevrelerde ve dış basında ifade edilen kaygılar hatırlandığında, bu “imaj düzelmesi”nin önemi daha iyi anlaşılır.
Şimdi yabancılar da, Türk halkı gibi, öne sürülen “felaket senaryoları”nın gerçekleşmemiş olmasından memnun ve umutlu.
Diğer bir deyişle, bu kararın en olumlu yanı, korkulan siyasal kriz, ekonomik istikrarsızlık, sosyal çalkantılar gibi olumsuzlukları bertaraf etmesidir. Yani bir “negatif” koşulun önlenebilmesinden bir “pozitif” sonuç çıkmış bulunuyor...
Tabii hepimizin dileği ve umudu, bu sonucun kazandırdığı ivmenin sürdürülebilmesidir.
Öyle olursa, “Financial Times” gazetesinin, bunun sadece bir “mola”dan ibaret olacağı yönündeki karamsar tahmini de yanlış çıkacaktır...
İSTANBUL’da geçen pazar akşamı Güngören’de menfur terör saldırısı gerçekleşirken, komşu Irak’ta Bağdat ve Kerkük’te intihar bombacılarının kanlı eylemlerinde onlarca kişi ölüyor, yüzlerce kişi de yaralanıyordu...
Ondan bir akşam önce, Hindistan’ın güneybatısındaki Gujarat eyaletindeki tarihi Haydarabad kenti bir dizi patlamayla sarsılıyor, bu olayda da onlarca kişi hayatını kaybediyordu...
Hemen hemen aynı zamana rastlayan bu üç olayın ortak yanı, sivil halkı hedef alan, vahşi ve acımasız saldırılar olmasıdır. Buna karşılık, Türkiye’de, Irak’ta ve Hindistan’da aynı 24 saat dilimi içinde meydana gelen bu terör eylemlerinin, kendilerine göre, farklı failleri, farklı nedenleri ve amaçları, farklı nitelik ve boyutları var...
Dikkat çeken husus, bu tür saldırıların giderek bulunduğumuz bölgede, yani Ortadoğu’dan güneybatı Asya’ya kadar uzanan özellikle bu coğrafyada çok sıklaşmasıdır.
Daha yakın bir geçmişe kadar nispeten sakin ve huzurlu bir ülke sayılan Hindistan’da dahi,
ÖNCEKİ gün Kerkük’te, yeni seçim yasası tasarısını protesto etmek için sokağa dökülen binlerce Iraklı Kürdün arasına karışan kara çarşaflı kadın teröristin patlattığı bomba, henüz yanıtı bulunmayan bir dizi soruya yol açıyor: Bu intihar bombacısı kimin “fedaisi” idi? Yani bu eylemin arkasında kim var? Hedef sadece protestocular mıydı? Yoksa kalabalığı kışkırtmak, bir çatışma ve kargaşa ortamı yaratmak mıydı?
Kerkük, Bağdat ve Irak’ın diğer bölgelerine oranla işgalden bu yana nispeten daha sakin bir kent. Ama burada da zaman zaman bombalar patlıyor, insanlar ölüyor.
Bundan önceki saldırılar daha çok El Kaide’nin eseri olduğu için, bu kez de Kerkük’teki canlı bomba eyleminden sonra, gerek yerel Irak makamlarının, gerekse Amerikan komutanlığının şüpheleri, aynı örgüt üzerinde odaklanıyor.
Bu saldırının arkasındaki güç ve onun güttüğü amaç ne olursa olsun, sonuçta Kerkük’te çeşitli etnik gruplar -ve özellikle Türkmenlerle Kürtler-
Anayasa Mahkemesi’nin AKP aleyhindeki davayla ilgili kararını vermeye hazırlandığı şu günlerde dünyanın gözü Türkiye’ye çevrili bulunuyor. Bu arada Ergenekon davasındaki son gelişmeler ve önceki gece İstanbul’da meydana gelen menfur terörist saldırı, Türkiye üzerindeki ilgiyi daha da yoğunlaştırıyor.
AKP hakkındaki davanın nasıl sonuçlanacağı, Türkiye’de öne sürülen çeşitli olasılıkların ışığında yabancı çevrelerde de çok konuşuluyor.
Bu davanın açıldığı günden itibaren, iktidar partisinin kapatılması halinde neler olabileceği, bunun Türkiye’nin dış ilişkilerini ve özellikle AB ile katılım sürecini nasıl etkileyeceği çok tartışıldı.
Başta bu konuda AB’den gelen sert tepkiler herkesin hatırındadır. AB Komisyonu yetkilileri, AKP’nin kapatılması halinde müzakere sürecinin askıya alınabileceğini dahi öne sürmüşlerdi. Neyse ki daha sonra aynı yetkililer daha temkinli ve ölçülü bir tavır aldılar.
Bununla beraber halen gerek Komisyon’da, gerekse
Amerikan halkının önümüzdeki kasım ayında kimi Başkan seçeceği belli değil; ama şurası muhakkak ki, dünya milletlerinin çoğu -şayet böyle bir hak tanınsa- oylarını Barack Obama’ya verme eğiliminde.
Demokrat adayın çıktığı Asya-Avrupa turu, bunu açıkça gösteriyor. Afganistan’dan Almanya’ya, Irak’tan Fransa’ya kadar Obama’nın ziyaret ettiği ülkelerde hava bu.
Ünlü “Pew” araştırma kurumunun düzenlediği ankete göre, Barack Obama’yı Beyaz Saray’da görmek isteyenlerin oranı Fransa’da yüzde 86, Almanya’da yüzde 82, İngiltere’de de yüzde 74... Tabii genelde Amerikalılardan hoşlanmayan Fransızların “çikolata renkli” başkan adayına bu kadar sempati ve güven duyması çok ilginç...
Obama’nın Avrupa’daki popülaritesinin en çarpıcı örneği de, Almanya ziyareti sırasında görüldü. Berlin’de onu dinlemek için toplanan 200 bin Alman, onun “Yes, we can” (“evet başarabiliriz”) sloganıyla
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Başbakanı Dimitris Hristofyas’ın yarınki 4. buluşmalarından ne çıkacağı şimdiden belli: İki lider, “doğrudan” ve “kapsamlı” müzakereleri eylül ayında başlatma kararını ilan edecek.
Bu küçümsenmeyecek bir gelişme. Özellikle Rum tarafında mevcut tereddütlere rağmen, esas müzakere sürecine bir “start” verilmesi, çözüm arayışı çabalarının aksamadan devam edeceğini ortaya koyacak.
Yarınki buluşmada Talat ile Hristofyas “takvim” ve “yöntem” konuları üzerinde odaklanacaklar. Örneğin, heyetleriyle birlikte katılacakları toplantıların ne kadar sık yapılacağını belirleyecekler, haftalardır çalışmalarını sürdüren teknik komitelerle çalışma gruplarının vardığı sonuçları değerlendirecekler...
Eşitlik ve ortaklık...
İki lider arasında bundan önce yapılan toplantıların müzakere süreci için bir zemin oluştuğu söylenebilir. En azından bazı parametreler ortaya çıkmış durumda.
Bunlardan bir kısmı Türk tarafını tatmin
ON üç yıl boyunca, kendi topraklarında kaçak olarak yaşamını sürdürdü... Hatta son dönemde, beyaz uzun bir sakal bırakarak ve sahte bir kimlik taşıyarak, başkentte rahatça dolaştı, özel bir klinikte serbestçe çalıştı...
Bunca zaman kimse onu bulamadı... Veya daha doğrusu bulmak için ciddi bir istek ve çaba göstermedi.
Ve nihayet önceki akşam, “dünyanın en çok aranan adamı” bulundu ve tutuklandı.
Peki, bu nasıl oldu? Bu kadar yıl “kaçak” dolaşan ve “Bosna Kasabı” lakabıyla tanınan Radovan Karadziç yakayı nasıl ele verdi?
Bunun zamanlaması çok anlamlı.
Açıkçası, şimdiye kadar “çok arandığı” söylenen 63 yaşındaki “savaş suçlusu”, istenseydi pekâlâ ele geçirilebilirdi. Başta (yani kendisinin ortadan kaybolduğu 1995’ten itibaren) müttefik kuvvetler ürkek davrandılar. Çünkü gerek Karadziç, gerekse onun yandaşı (ve suç ortağı) General Ratko Mladiç NATO güçlerinin kendilerini yakmaya