AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun Türkiye-AB ilişkileri konusunda işi daima çok zor olmuştur.
Birliğin yürütme organının başı, bir yandan Türkiye’nin tam üyeliğini savunmaya ve buna karşı çıkan malul ülkeleri ikna etmeye çalışıyor; diğer yandan da Türkiye’nin belirli kriterlere uymasını ve ev ödevini yapmasını sağlamak için uğraşıyor.
Her iki alanda da İspanyol kökenli diplomatın başarısızlığa veya düş kırıklığına uğradığı haller olmuştur.
Barroso bugün -Komisyon’un Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ile birlikte- Türkiye ziyaretini, bu zorluklarına yenilerinin de eklendiği bir sırada gerçekleştiriyor.
Bu kez güçlükler, yargının AKP’yi kapatma girişiminden ve bunu izleyen tartışmalardan kaynaklanıyor.
Barroso’nun kritik misyonu, bir yandan Türkiye’ye AB’nin (özellikle gecikmiş reformlar konusunda) beklentilerini ve kapatma davasıyla ilgili ilkesel pozisyonunu anlatmak, öte yandan da Türk siyasetinin ve toplumunun çeşitli kesimlerinin düşüncelerini ve duyarlılıklarını saptamaktır.
İşin en zor tarafı da, bunu halen bu hassas konularda bölünmüş olan Türk toplumunun çeşitli kesimlerini rahatsız etmeden yapabilmektir.
Demokrasi ve laiklik
Barroso’nun yola çıkmadan önce Brüksel’de yaptığı açıklamalar, hem Türkiye’de tüm ilgili çevrelere mesajlar vermeyi, hem de Türkiye’deki gerçekleri daha iyi saptamayı amaçladığını gösteriyor.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, AB yetkilileri son olaylar üzerine verdikleri ilk tepkilerinde acele bazı değerlendirmeler yapmışlar, Türk kamuoyunun önemli bir kesiminde tepki yaratan bir üslup kullanmışlardı. Nitekim daha sonra, aynı yetkililer (Olli Rehn dahil) bunu düzeltmeye yönelik açıklamalar yapmak zorunda kalmışlardır.
Bundaki hata, AB sözcülerinin sırf Avrupa’nın demokratik değerleri üzerinde durması, buna karşılık cumhuriyetin temellerinden biri olan laiklik ilkesini ve ayrıca yargının fonksiyonlarını pas geçmesi olmuştur.
Ayrıca bu tutum, AB’nin AKP iktidarını tuttuğu yönünde bir izlenim yaratmıştır. Bu bakımdan Barroso’nun daha gelmeden bu hususları açıklığa kavuşturması, bu arada AB’nin herhangi bir partiyi desteklemediğini ancak mevcut hükümetle normal işbirliğini sürdürdüğünü belirtmesi iyi olmuştur. Bu sözlerin bundan böyle titizlikle uygulanması ve yanlış anlamaların önlenmesi önemlidir.
Barroso’dan beklenen de Türkiye’deki bu tespitlerinin ışığında AB’nin pozisyonunu daha dengeli ve gerçekçi biçimde şekillendirmesidir.
Reform ve müdahale
Barroso’nun ziyareti, Türkiye’nin de tavrına ilişkin bazı hususları gündeme getiriyor.
Bunlardan biri, bir süre rafa kaldırılan reformlarla ilgili. Hükümet, nihayet 301. madde gibi meseleleri gündeme getirmeye karar verdi. Bunda Barroso’nun ziyareti veya AKP’nin kapanma tehlikesiyle karşılaşması gibi faktörler rol oynamış olabilir. Ama sonuçta Türkiye tekrar aktif olarak reform yoluna girecekse buna sevinmek -ve de karşı çıkmak- gerekir.
Diğer bir husus da, Barroso’nun söyledikleriyle (bu arada tavsiyeleri) ilgilidir. Her sözü bir “müdahale” veya “tehdit” olarak görmemek lazım. Müzakere sürecinde AB elbet düşündüklerini dile getirecektir. Bunları değerlendirmek (ve onlarla tartışmak) bizim işimiz.
Ama bu arada AB’yi kendi politik kavgalarımızın ve kutuplaşmanın içine çekmenin hiçbir yararı yoktur. Dost edinmenin veya dostlarımızı kendi safımızda tutmanın yolu da bu değildir...