Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Sonuç istediğimiz gibi olmadı. Bu kadar uğraşıldı, gidildi, gelindi, tartışıldı, ama Kopenhag’dan çıkan sonuç, beklendiği gibi gerçekleşmedi.
Malum: AB üyelik müzakerelerinin başlaması için Türkiye’nin istediği tarih 2003 idi. Ancak yapılan temaslardan bunun olamayacağı daha Kopenhag zirvesinden çok önce belli oldu. Hele Chirac - Schröder senaryosunda, açıkça karar için Aralık 2004, müzakereler için de Temmuz 2005 tarihi telaffuz edildikten sonra...
Kopenhag’da Türk diplomasisi gene bu tarihi 2004’ün başlarına çekmek için cansiperane mücadele etti, İngiltere, İtalya ve Yunanistan’ın desteğini de aldı. Ama sonunda AB bir "orta yol" buldu ve kararın Aralık 2004’te verilmesine karar verdi.
Açıkçası bu Türkiye için iyi bir karar değil. Nedeni de açık: Bu koşullu bir karar. Aralık 2004 zirvesinde, müzakere tarihi verilip verilmeyeceği, daha önce sunulunacak İlerleme Raporu’na göre - yani Türkiye’nin öngörülen kriterleri tam olarak yerine getirip getirmediğine bakılarak - belirlenecek. Üstelik bu kararı da o zaman 15 yerine 25 üye verecek.
Tabii tarih hiç olmazsa 2004’ün ilkbaharına (yani üye sayısındaki artıştan ve Avrupa Parlamentosu seçiminden öncesine) çekilebilseydi çok daha iyi olurdu. Ama olmadı işte...
* * *
NEDEN olmadı? Doğrusu Türkiye’nin çabalarındaki başarısızlığından ötürü değil. Kabul etmeli ki özellikle yeni hükümet, elinden geleni yaptı ve iyi bir performans gösterdi. Ayrıca Türkiye bu işe milletçe katıldı: Sivil toplum ilk kez ciddi bir varlık sergiledi.
Sonucun böyle çıkması, AB’nin ve özellikle Fransa - Almanya ikilisinin başını çektiği grubun tutumundan kaynaklanıyor. Öne sürülen gerekçe, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini tam olarak yerine getirip getirmediğini görmek için zamana ihtiyaç olduğudur. Peki bunun için ille 2 yıl mı gerek? Örneğin 16 ayda da bu tespit yapılamaz mı?
Belli ki başka nedenler var. Almanya başta olmak üzere bazı ülkelerde muhalefetin, hatta kamuoyunun Türkiye’ye karşı duyulan "alerji", ayrıca önyargılar, bencillikler, en önemli nedenler arasında. Bunların baskısı, yetkilileri Türkiye’ye karşı daha "dikkatli" veya mesafeli davranmaya itti.
* * *
ŞİMDİ Türkiye’de AB karşıtları ve şüphecileri bunu fırsat bilip "ne yapsak bizi almazlar dememiş miydik?" argümanını gene dillerine dolayacaklar. Sokaktaki adam da, doğal olarak bu karar nedeni ile, AB’ye karşı söylenecek...
Peki, bu durumda Türkiye ne yapmalı?
Gene bir yol kavşağına geldik. Birinci yol, karardan duyulan hoşnutsuzluğu yansıtmak, ama Avrupa ile bütünleşme hedefinden sapmamak, böyle bir tarih yokmuş gibi içte reformları gerçekleştirmek, dışta da sorunları çözümlemeye yönelik stratejiler geliştirmek ve dış politika perspektifini genişletmek... İkinci yol ise, Avrupa’ya sırt çevirmek, hatta "AB sevdası"ndan vazgeçmek, bu kararın sorumlusu ülkelere (boykot vesaire gibi) "misilleme"de bulunmak, hatta dış politikada yeni alternatiflere yönelmek...
Eğer bu konu ideolojik bir inanç veya saplantı (ya da bir aşağılık kompleksi) ile değerlendirilmiyorsa, seçilecek şık elbet birinci yoldur. Diğer bir değişle, eğer genel anlamda "Avrupa vizyonu", gelişme ve Türkiye’nin çağdaşlaşma ve dünyada yerini alma gibi hedeflere ulaşmanın şartı olarak görülüyorsa, elbet birinci şık tercih edilecektir.
Bizce Türkiye şu anda AB kararının yaratacağı tepkilere karşın, serinkanlılıkla ve kararlılıkla birinci yolda ilerlemeye devam etmek olgunluğunu göstermelidir.