Sami Kohen
SONUNDA
"yukardakiler"in itirazlarına rağmen,
"aşağıdakiler"in istediği oldu.
BM Genel Kurulu'nun kabul ettiği "Uluslararası su yollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanımı sözleşmesi", nehirlerin kaynaklandığı ülkeler yerine, o suları kullanan devletlerin çıkarlarını koruyor.
Teknik deyimi ile sözleşme,
"yukarı kıyıdaş ülkeler"in kendi su kaynakları üzerindeki egemenliklerini kısıtlarken,
"aşağı kıyıdaş ülkeler"in kendi topraklarına akan sular üzerindeki haklarını pekiştiriyor.
Bizim için çok önemli yeni bir durum bu... Çünkü Türkiye Fırat ve Dicle nehirleri ile, "yukarı kıyıdaş ülke" statüsünde. Suriye ve Irak ise, "aşağı kıyıdaş ülkeler" arasında...
Talihsizlik şu ki, bizim gibi "yukardakiler"in sayısı az bu dünyada. Zaten bu durumda olan ülkelerin çoğu, komşuları ile "su kavgası"na girişmeden, meseleyi halletmişler. Türkiye için aksilik, "aşağıdakiler"in fazla talepkar olması yüzünden şimdiye kadar bir anlaşma sağlanamaması.
Bu nedenle 1972'de başlayan ve ancak önceki gün BM Genel Kurulu kararı ile sonuçlanan uluslararası görüşmelerde, Türkiye çok zorlandı ve açıkçası yalnız kaldı. Bu sonuç, Türk diplomasisinin ve konu ile ilgili Türk uzmanlarının başarısızlığı olarak algılanmasın...
Türkiye'nin tezi uluslararası platformda savunulması zor argümanlara dayanıyor. Ne yapalım ki Türkiye gibi "yukardakiler"in sayısı çok az. "Aşağıdakiler" ise oldukça kalabalık...
BM forumunda, "aşağıdakiler"in oy çokluğu ağır bastı ve böylece onların lehindeki sözleşme de çıkmış oldu...
* * *
SÖZLEŞMENİN ilk bölümünde yer alan hükümler aslında Türkiye'nin de şimdiye kadar savunduğu - "hakkaniyete dayalı, akılcı ve optimal kullanım" gibi - ilkeleri kapsıyor.
Ama suların ortaklaşa kullanımının nasıl gerçekleşmesi gerektiğine ilişkin bölüm, Türkiye'nin çıkarlarına ters. Örneğin sözleşmede deniyor ki, "yukardakiler" suları ne şekilde kullanacaklarını önce "aşağıdakiler"e bildirecekler. Hele nehirler üzerinde baraj gibi tesisler kuracaklarsa, onların iznini alacaklar. Eğer "aşağıdakiler" razı değilse, başta 18 ay çalışmaları durduracaklar. Bu arada anlaşmaya varırlarsa ne ala; yoksa kurulacak bir mekanizmaya başvurulabilecek. O zaman uluslararası bir heyet ("fact - finding") yerinde incelemeler yapacak. Yani bir nevi hakemlik yolu ile tarafların uzlaşmasına çalışılacak.
Türkiye, bu sözleşmeye karşı çıktı ve imzalamayacağını da açıkça bildirdi. Sözleşmenin yürürlüğe girmesi için 2000 yılına kadar 35 ülkenin onay vermesi gerekiyor. Sonunda bu onay çıkar. Buna "aşağıdakiler" - tabii bu arada Suriye ve Irak - sevinir.
Ama, Türkiye de, sözleşmeyi imzalamadığı için, bundan etkilenmeden yoluna devam eder...
Sözleşme, buna onayını vermeyenler için bağlayıcı hükümler veya yaptırımlar öngörmüyor. Dolayısı ile, pratikte bu sözleşme fazla bir şey değiştirmeyecek.
Açıkçası Türkiye, bu yüzden hayati önem taşıyan GAP'tan vazgeçecek değil.
Yetkililer bunu vurgularken, Deniz Hukuku Konferansı'nda kabul edilen ve Türkiye'nin karşı çıktığı sözleşmeyi hatırlatıyorlar.
Yani BM'nin son kararının da fazla bir "kıymeti harbiyesi" olmadığını vurguluyorlar.
* * *
SURİYE ve Irak bundan cesaret alıp propagandalarını artırmazlar, meseleyi bu kez daha sağlam hukuki bir argümanla uluslararası platformlara taşımazlar mı?
Bunu yapacakları kesin. Şimdiye kadar da hep böyle yapmadılar mı?
Ne var ki, Şam ve Bağdat, şimdi kendi lehlerinde gördükleri yeni sözleşmeye rağmen, bu yoldan bir sonuca varamazlar.
En iyisi, gene doğrudan müzakere yöntemine dönmektir.
Ankara, daha önce önerdiği üç aşamalı plan çerçevesinde görüşmelerin yapılmasını ısrarla istemişti.
Yetkililer müzakere kapılarının hala açık olduğunu söylüyorlar.
Suriye ve Irak bunun yerine sözleşmeye güvenerek zorlamalara giderlerse, sadece suların daha fazla ısınmasına yol açarlar...
Yazara Emails.kohen@milliyet.com.tr