Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Dışarıdaki bayraktarlığı ise içine girdiği derin ulusal kimlik bunalımı nedeniyle Türkiye'yi günah keçisine dönüştürmüş olan Fransa yapıyor. Türkiye'nin AB üyeliğine içeride ve dışarıda karşı çıkanlar, her zaman olduğu gibi, garip bir ittifak içine girmiş bulunuyorlar. Dışarıdakiler, "Türkiye üye olursa hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" derken, içeridekiler de hemen hemen aynısını söylüyorlar. Yani, işin özünde tutuculuk ve değişime direnme var. Her iki tarafta yavaş yavaş "Türkiye'nin Avrupa'dan uzaklaştırılmasının bedeli neyse ödeyelim" şeklinde bir yaklaşım oluşuyor. Daha "gerçekçi" olanlar ise "özel ilişki" formülüyle orta yolu bulmaya çalışıyorlar. 3 Ekim tarihi yaklaştıkça tartışma da giderek hararetleniyor. AB ile müzakerelere başlamamızı istemeyen iç ve dış muhalefet şahlanışa geçmiş durumda. Müzakere olgusunu "Kıbrıs protokolünü imzalamayın" kampanyasıyla gözden çıkarmış olan CHP, bu işin içerideki bayraktarlığını yapıyor. Bu "özel ilişki" meselesinin bugüne kadar sadece dışarıda şekillenen bir yaklaşım olduğuna inanırdık. Ancak bizde de bu yönde düşünenlerin olduğunu son günlerde görüyorum. Henüz açığa çıkmadılarsa bu, "devlet politikası" mertebesine çıkarılmış olan "AB üyeliği" kavramına ters düşmekten, yani bir anlamda devlete ters düşmekten çekinmelerinden oluyor.Açıkçası, bu AB meselesine pek fazla gönül veremediğimiz, gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Yoksa hükümeti ve muhalefetiyle belli bir stratejiye dayanan dinamik bir politika güdülür, Fransa gibi ülkelerin zırvaları da bu strateji sayesinde sağlanan siyasi, sosyal ve ekonomik ilerlemelerle havada bırakılırdı. Bu yapılamıyor, çünkü "postmodern iç savaşımız" var gücüyle devam ediyor. AB'ye gönül veremedik Bu savaş bitmedikçe de Türkiye'nin AB perspektifi çerçevesinde somut ilerlemeler kaydetmesi mümkün görünmüyor. Bunu kanımca müzakerelerin başlamasından sonra daha net göreceğiz. Bu arada, sanılmasın ki bu "postmodern iç savaşın" bir ucunda "laikler" diğer ucundaysa "dinciler" var. Hem "dinci", hem de "laik" kesim kendi içinde de kavgalı. "Laik" kesimdeki bu "iç savaşın içindeki iç savaşın" daha çok, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konusundaki temel görüş ayrılıklarından kaynaklandığı görülüyor. Bir taraf hem demokrasinin hem de insan haklarının ve özgürlüklerin limiti olduğuna inanırken, diğer taraf buna karşı çıkıyor. Biri diğerine "hain" derken, diğeri de ötekisine "faşist" diyor. Dini kesimdeki iç kavgayı ise Erbakancılarla Erdoğancılar arasındaki çekişmede görüyoruz. Postmodern iç savaş Uzun lafın kısası, henüz oturmuş ve ne istediğini bilen bir toplum değiliz. Aradan geçen on yıllara rağmen temel bazı sorunların hâlâ aşılamamış olması bunu kanıtlıyor. Bu kavram karmaşası içinde sözde "muasır medeniyetçi" olanlar da -aslında üye ülkelerdeki refah ve insan hakları düzeyinin yükseltilmesi ve böylece kolektif barışın sağlanması için var olan- AB'yi "düşman" belleyebiliyorlar. Hükümet ise şu anda, aynen 17 Aralık 2004'te olduğu gibi, sadece "3 Ekim badiresi"ni atlatmak istiyor. Belli ki bu randevunun tehlikeye girmesiyle ekonominin sarsıntı geçirmesini göze alamıyor. Yoksa "17 Aralık badiresi"nden sonra bu AB işine var gücüyle sarıldığı pek söylenemez. Belki de sarılamazdı. Çünkü, dediğimiz gibi, kavgalarını tamamlayabilmiş bir ülke değiliz. Oysa, AB yolunda ilerleme en azından temel bazı sorunların aşılmış olmasını gerektiriyor. Ne istediğimiz belli değil Hatta, bu kavgalara baktığımızda bir Avrupa ülkesi olduğumuz dahi tartışılabilir. Dürüstçe tartışmamız gereken en önemli konu da zaten bu. AB süreci Türkiye için Pandora'nın Kutusu'nu açmış bulunuyor. Kimilerine göre bu iyi, çünkü kemikleşmiş bir statükoyu yıkıyor, kimilerine göreyse kötü, çünkü alışık olduğumuz her şeyi mahvediyor. Sanırım önce bu temel ikilemi çözmek zorundayız. semihi@cnnturk.com.tr Avrupalılığımız tartışılır