Bu elbette ki Türkiye açısından olumlu bir durum değil. Ama şunu da görmeliyiz: Bu "hazmetme kapasitesi" meselesi Türkiye'yi çok daha yakından ilgilendiren şekliyle gündemdeki yerini aldı bile. Başka bir ifadeyle, Türkiye'nin AB kıstaslarını hazmedip edemeyeceği, gelişmelerin de gösterdiği gibi, daha şimdiden ciddi bir güncel soru olarak önümüzde duruyor. Son üç yılda yapılan temel reformların en önemlilerinin bir türlü hayata geçirilememesi ise bu sorunun yanıtını giderek netleştiriyor. Avrupa Birliği, Türkiye'ye dönük "hazmetme kapasitesi" kavramını 10-15 yıl sonrası için ortaya koydu. "Üyelik müzakerelerine başlıyoruz ama sizi hazmedip edemeyeceğimizi günü gelince göreceğiz ve ona göre davranacağız" dedi. Bunlara, "AB reformları" denmesi ve birçok kişinin bu reformlara "Avrupa'ya verilen tavizler" gözüyle bakması da zaten AB'nin temel kriterlerini yerine getirme konusundaki isteksizliği sergilemeye yetiyor. Bundan da, bu reformların bu topraklarda yaşayan insanların iyiliği için değil, farklı amaçlar ve beklentilerle yapıldığı anlamı çıkıyor. "AB üyeliği olmayacaksa bu reformları niçin yaptık?" şeklinde özetlenebilecek sitemkâr bakış açısı da bunu bir yerde doğruluyor. AB isteksizliği Buradaki bir diğer algılama ise, söz konusu reformların Türkiye'de istikrarsızlığa yol açtığı şeklindeki düşüncedir. "AB olmasaydı başımıza bu çoraplar örülmezdi" yaklaşımının hızla yayıldığını görüyoruz. Peki bu doğru mu? İstikrarsızlık gerçekten de hak ve özgürlüklerin genişletilmesinden mi kaynaklanıyor?Varsayalım ki AB perspektifinden vazgeçtik. Bugün gördüğümüz sorunlar gerçekten yaşanmayacak mı o zaman? Bazıları, Türkiye'de yaşanan sorunların aslında "iç dinamiklerden" kaynaklandığını kabul etmek istemiyorlar. Özellikle Güneydoğu'yla ilgili konular söz konusu olduğunda. Sorun iç dinamiklerde Bu durumlarda işin kolayına kaçıp hep "dış müdahale" arıyorlar. Gerçekten "dış müdahale" varsa, ki olabilir, buna olanak veren sosyoekonomik ve siyasi faktörlerin aslında "içeride" olduğunu görmezlikten geliyorlar. Örneğin, türban konusuna veya Kürt sorununa bakalım. Bunlar AB'den değil, kendi içimizdeki çelişkilerden ve yetersizliklerden kaynaklanan sorunlardır. Bunlar ayrıca, AB perspektifinden vazgeçmemiz halinde ortadan kalacak olan sorunlar değil. Öyle olsaydı AB'den seve seve vazgeçerdik. Tam aksine AB perspektifi bu sorunların üstesinden gelmemiz için ortaya somut kıstaslar koyuyor. Unutulmamalı ki Avrupa da sonuç itibariyle bu yollardan geçti. Yani Türkiye, bazılarımızın sandığı kadar, o kadar nevi şahsına münhasır bir ülke değil. Türkiye sanıldığı gibi değil Henüz kalkınma sürecini tamamlamamış olan Türkiye'nin jeolojik fay hatları kadar tehlikeli olan sosyolojik fay hatları var. AB olmasaydı bunların "durgun" fay hatları olarak kalacağını ve ülkede bugün yaşanan sorunların yaşanmamış olacağını düşünmek ise saflıktan ibarettir. Bunun olabilmesi için bir toplumun tümüyle statik kalması ve yerinde sayması gerekir. Oysa Türkiye bugün, AB boyutu olsun veya olmasın, önemli bir değişim sürecine girmiş bulunuyor ve bununla ilgili ciddi "büyüme sorunları" yaşıyor. Sosyolojik fay hatları Özetle, temel hakların genişletilmesini "istikrarsızlığın nedeni" olarak gösterirken, sosyal haksızlıklarla bezenmiş bir statükoyu ebediyen sürdürmeye çalışmanın yol açtığı istikrarsızlığı göz ardı etmek, 20. yüzyılın sosyoekonomik ve siyasi dinamiklerinden hiçbir ders almamış olmak demektir. Onun için kafayı "AB'nin bizi hazmetme kapasitesi"ne takmadan önce, bizim AB'yi hazmetme kapasitemizin ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Gelişmeler, maalesef, bu kapasitemizin sınırlı olduğunu ortaya koyuyor. semihi@cnnturk.com.tr AB'yi hazmedebilir miyiz?