İrlanda’nın Lizbon Antlaşması’nı reddetmesi AB’yi yeni bir krize sürükledi. 27 üyeli bir deve dönüşen Birlik’te, homojen bir siyasi yapı oluşturmanın zorluğu böylece tekrar ortaya çıktı.
İrlanda referandumu ayrıca, AB’de “ulusal egemenlik” kavramının hâlâ “kolektif egemenlik” kavramının önünde olduğunu da ortaya koydu. 860 bin İrlandalı sonuçta “Brüksel tarafından daha fazla yönetilmek istemiyoruz” demiş oldu.
İrlandalılar bu konuda yalnız da değiller. Bugün 18 ülke Lizbon Antlaşması’nı onaylamış olsa da İrlanda dışında geri kalan sekiz ülkenin hepsi bu antlaşma konusunda hevesli değil.
AB’de İrlanda’ya kızan ve “500 milyonluk Avrupa 860 bin İrlandalıya rehine olamaz” diyenlerin yaklaşımı ise antlaşma karşıtlarını daha da cesaretlendirecektir. Zira bu yaklaşım, AB’nin aslında bir “eşitler kulübü” olmadığını gösteriyor.
Zaten bazıları şimdiden, “Fransızlar 2005’te Avrupa Anayasası’nı reddedince kötü olmuyorlar da İrlandalılar benzeri bir belgeyi reddedince niçin kötü oluyorlar?” diye sormaya başladı.
Lizbon Antlaşması’nın özeti
Öte yandan, İrlanda’daki sonuçtan sonra “çok vitesli bir AB” isteyenlerin sesi de yükselecektir.
Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker’in, İrlanda referandumundan sonra Alman radyosuna verdiği demeçte, “Ortak AB politikaları konusunda daha istekli olan ülkelerden oluşan bir kulübün kurulması için zaman gelmiş olabilir” demesi de buna işaret ediyor.
Özetle anlatacak olursak, Lizbon Antlaşması, başında önemli yetkilerle donatılmış bir “AB Başkanı” ve “AB Dışişleri Bakanı” da olmak üzere, Birliğin bürokratik anlamda daha fazla “merkezileştirilmesini” ve üyelerin Brüksel’den daha fazla yönetilmesini öngörüyor.
Antlaşmanın taraftarlarına göre, 27 üyeden oluşan ve daha da büyüyecek olan bir birliği başka bir şekilde yönetmek mümkün değil.
Ancak, antlaşmaya karşı olan Avrupa Parlamentosu’nun İngiliz milletvekillerinden Ashley Mote’a göre, asıl amaç, “üye ülkeleri Brüksel’in uşakları haline getirmek ve birey ile devlet arasındaki ilişkiyi ters çevirmek.” Mote’a göre, “ulusal egemenlik” kavramı böylece Brüksel karşısında ikincil konuma düşmüş olacak.
Müzakereleri yavaşlatabilir
Peki, bu gelişmeler Türkiye açısından ne anlama geliyor? Bu soruyu net olarak “iyi” veya “kötü” şeklinde yanıtlayamıyoruz. AB şimdi içine dönüp bu badireyi atlatmaya çalışacağı için, bunun kısa vadede Türkiye’nin üyelik müzakerelerini daha da yavaşlatması mümkün. Ancak, uzun vadeli değerlendirecek olursak görüntü değişiyor.
Her şeye rağmen AB yolunda ilerleyen bir Ankara için, ulusal egemenliğin Brüksel’e daha fazla transferini engelleyen her gelişme, bu konudaki aşırı hassasiyeti bilinen Türkiye açısından iyi bir gelişme olarak görülebilir.
Bu arada, zaman geçtikçe kaçınılmaz görünen “çok vitesli bir AB” de, kanaatimizce, Türkiye açısından olumlu olur. Çünkü Türkiye’nin, böyle bir AB’yi oluşturan farklı ülke kümeleriyle farklı ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler geliştirmesi olasılığı artar.
Başka bir deyişle, siyasi, ekonomik ve askeri anlamda “homojen” olmayan bir AB ile karşı karşıya olan Türkiye, AB ile entegrasyonunun derinliğini ve şeklini saptama konusunda daha fazla söz sahibi olur.
Özetle, “alakart” bir AB, Türkiye’nin işine “tabldot” bir AB’den daha fazla gelir.