Ancak, bu stratejinin sağlıklı bir şekilde oluşturulabilmesi için, bazı temel soruların da yanıt bulması gerekiyor. İspanyol uluslararası araştırmalar kurumu CIDOB ile Barcelona Üniversitesi'nin ortaklaşa düzenledikleri iki günlük "Türkiye ve AB" konferansından işte bu tür sorular çıkıyor. Burada yapılan konuşmalardan, İspanya'nın son 25-30 yıl zarfındaki gelişme sürecinin Türkiye açısından bir "model" niteliğinde olduğunu da net bir şekilde görüyoruz. Franco diktası altına onlarca yıl Avrupa'nın "istenmeyen kuzeni" olan bu ülke, konuştuğum orta yaşlı İspanyolların açıkça itiraf ettikleri gibi, "sessiz devrim" niteliğindeki bir değişimden geçmiş. AB için büyük düşünmek gerekiyor. AB üyeliğinin getireceği köklü değişimin ülkenin yararına olması için bu gerekli. Çünkü, Türkiye'nin bugünden yarına veya seçimden seçime işleyen değil, uzun vadeli çıkarlarını gözeten bir stratejiye ihtiyacı var. Bu değişim ortamında İspanya'nın önüne çıkan temel bazı sorular ise hiç de öyle kolay yanıtı olan türden sorular değilmiş. Ancak bu yanıtlar bulunmuş ve aşılamaz sanılan sorunların üstesinden gelinerek, son 30 yıl zarfında ülke gerçekten de gıpta edilecek bir sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi gelişme sergilemiş.Kısacası, İspanya'nın, bir dikta tarafından yönetilen, içe kapalı, ayrılıkçılıkla boğuşan ve insan hakları ihlalleri ile anılan muhafazakâr bir ülke olmaktan çıkıp modern ve Avrupa'nın en başarılı ülkelerinden biri haline gelmesi hiç de kolay olmamış. İki ülkenin koşulları elbette ki çok farklı unsurlar içeriyor. Ancak, günümüz Türkiye'si yine de birçok açıdan İspanya'nın 30 yıl önceki haline benzetilebilir. Bu perspektiften bakıldığında Türkiye bugün, İspanya'nın 30 yıl önce karşılaştığı türden sorularla karşı karşıya bulunuyor. Diktadan başarıya Her iki ülkeden üst düzey diplomatlarla akademisyenlerin ve az sayıda da olsa gazetecilerin katıldığı konferansta konuşulanlardan çıkan bu sorulardan bazılarını şu şekilde özetleyebiliriz: 1- Türkiye, Kıbrıs sorunu, Fener Rum Patrikhanesi'nin statüsü, azınlık vakıfları meselesi ve Kürt sorunu gibi hassas konuları, uzun vadeli çıkarlarını esas alan ve global bir stratejiye dayanan bütünlüklü bir politika çerçevesinde çözebilecek mi? Yoksa, ülkenin orta ve uzun vadeli pragmatik çıkarları bu sorunların çok yönlü etkileri altında kalmaya devam mı edecek?2- Avrupa'nın Türklere bakışında "daha az Hıristiyan" olmasını istediğini çeşitli şekillerde dışa vuran Türkiye'deki mevcut iktidar da, AB'ye uyum süreci çerçevesinde aynısını yapıp, özellikle "kamu alanını" ilgilendiren konularda, "daha az Müslüman" ve "daha fazla laik" olabilecek mi? Bu sorudan AKP'nin kimliği konusunda Avrupa'da hâlâ bazı kuşkuların olduğu ortaya çıkıyor.3- Avrupa'yı defalarca felakete sürüklemiş olan koyu milliyetçiliğin ulusal çıkarlara her zaman hizmet etmediği; "dini irtica" gibi "siyasi irticanın" da olabileceği "AB heveslisi" Türkiye'de anlaşılacak mı? Yoksa milliyetçilik, sağdan sola uzanan siyasi yelpazedeki partiler açısından "geçer akçe" olmaya devam mı edecek? Böyle olacaksa, "AB perspektifi"nin ortaya çıkaracağı sorunlar nasıl aşılacak?Bunlar Barcelona'daki yüksek düzeyli "beyin fırtınamızdan" çıkan bazı sorular. Başta dediğim gibi, AB için gerçekten büyük düşünmek zorundayız. Bu da, bu tür sorulara samimi yanıtlar bulmamızdan geçiyor. semihi@cnnturk.com.tr 'Daha az Müslüman'