Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Beyoğlu Musevi Hahamhane Vakfı’nın girişimleriyle gerçekleştirilen ve AB Komisyonu tarafından finanse edilen, “Farklı kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algısı Araştırması” ile ilgili haberleri ve yorumları dün gazetelerde okuduk. Bu araştırmayla ortaya çıkan görüntü herhangi bir sürpriz içermediği gibi, “bilinenin teyidinden” başka bir şey değil.
Söz konusu görüntü, daha önce yerli ve yabancı şirketler veya üniversitelerce yapılan farklı araştırmaların sonuçlarıyla da uyumlu. Sonuçta, “Türkler” olarak dünyanın hoşgörüsüz milletleri arasında yer aldığımız bu vesileyle de ortaya çıkıyor. Bu “makûs talihimizin” nasıl bozulacağı ise belli değil.
Araştırmayla ilgili ayrıntılar dünkü Milliyet’in yanı sıra birçok gazetede yer aldı. Onun için burada uzun uzun girmeye gerek yok. Ancak çarpıcı bir iki oranı vermeyi gerekli görüyoruz.
Araştırmaya göre, milletimizin yüzde 57’si ateistleri, 42’si Yahudileri ve 35’i Hıristiyanları komşu olarak istemiyor. Çok daha az oranlarda da olsa, Kürtlerle Aleviler de hoşgörüsüzlükten nasiplerini alıyorlar.
Bu arada yüzde 50’den fazlası, vatandaş olsalar bile, gayrimüslimleri MİT, emniyet, ordu ve siyasi partilerde istemiyor. Yüzde 40’ın biraz fazlası ise bilimsel kuruluşlarda ve sağlık hizmetlerinde istemiyor.

Türkiye, sağlıksız bir toplum
Bu verilere bir sosyolog gözüyle bakıldığında, Türkiye değişik düzlemlerde ciddi “sosyal patoloji” emareleri gösteren sağlıksız bir toplum olarak önümüze çıkıyor. Aslında bunu anlamamız için etrafımıza bakmamız yetiyor. Geçmişte bunu yazdığımızda aldığımız, “Ne hoşgörüsüzlüğü lan! Gelirsem gösteririm” türünden mesajlar ise sorunu “karikatürize” edilmiş bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu durumun, yukarıda belirtilen yüzdelerin dışında kalan ve “evrensel insani değerler” açısından “normal” sayabileceğimiz vatandaşlarımız açısından -ki Allah’tan bunlar da var- hoş olmadığı kesin.
Bu olumsuz görüntünün değişmesi için toplumbilimcilerden siyasetçilere, eğitimcilerden cemaat önderlerine kadar birçok kişi ile kesimin elbette ki çok çaba sarf etmesi gerekiyor. Ancak bu çaba için gereken iradeden eser yok. Gelişmeler ise işlerin daha da kötüye gittiğini gösteriyor.
Özetle, burada sözü edilen araştırmanın yanı sıra, yakın tarihte yapılan benzeri araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, giderek daha ırkçı, hoşgörüsüz ve sürekli düşman arayan bir toplum olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz.
Ancak bu yolda yürüyüp çok ciddi toplumsal sorunlarla karşılaşmamış tek bir ülke örneği yok tarihte. “Tarih komisyonlarından” çok söz edildiği bu günlerde bu tür gerçeklerin bilinmesinde yarar var.

Hoşgörüsüzüz, hoşgörü istiyoruz
Öte yandan, Avrupa’daki Türk ve Müslüman aleyhtarlarını ulus olarak gece gündüz kınamamız, “Türkü, Müslümanı komşu istemem” diyen bir Almana veya Hollandalıya anında “pis ırkçı” damgasını vurmamız da, bu durumda gözden kaçırılması zor olan bir çelişkidir.
Kısacası, hem hoşgörüsüz olacaksınız, hem de başkalarından hoşgörü bekleyeceksiniz. Bu arada Avrupalıları haklı olarak olsa bile “çifte standart” uygulamakla suçlayacaksınız, ama kendi çifte standartlarınızı ısrarla görmeyeceksiniz... Genel halimizin özeti budur.
Bunun sadece “sosyoloji”nin değil, toplum olarak psikiyatr koltuğuna yatırılmamızı gerektiren “sosyal psikoloji”nin de alanına girdiği açık. Bu çerçevede her zaman söylediğimiz bir hususu tekrarlamak isteriz. Empati gösteremeyen sempati bekleyemez çünkü bunu hak etmez. Sevgisiz olan toplum ise dünya gözünde sevimsiz bir toplumdur.
Özetle, sevgi bekleyen sevgi göstermeli, hoşgörü isteyen hoşgörülü olmalı. Hoşa gitmese de işin basit formülü budur. Fakat ne yazık ki, bu gerçeği kavrayıp içselleştireceğimize, günden güne aksi istikamette ilerliyoruz.
Ondan sonra “Dünya bizi sevmiyor” diye hayıflanıyoruz. Sizce bunda bir gariplik yok mu?