İran’ın 1 Ekim’de Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya ile başlatacağı görüşmelerin en azından ilk ayağının Türkiye’de yapılacağına dair işaretler artıyor. İran ile görüşmelerde başmüzakereci olan AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana’nın açıklamaları da bunu gösteriyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçen hafta Tahran’da yaptığı bu teklife İran yönetiminin de sıcak baktığı belirtiliyor. Türkiye’nin bölgesel profilinin, Irak ve Suriye arasında gerçekleştirdiği arabuluculuğun hemen ardından gelen bu gelişmeyle, daha da yükseleceği kesin.
Bu arada Türkiye’nin önemi, tüm bölge ülkeleri için olduğu gibi, İran için de, farklı nedenlerle olsa bile, artıyor. İran, ABD ve AB aleyhtarlarımızın hayranlık duydukları bir ülkedir. Washington’a kafa tuttuğu için Cumhurbaşkanı Ahmedinecad da kahramanlarıdır.
Ancak bu kişilerin hiç hesaba katmadıkları ciddi gelişmeler yaşanıyor bu komşu ülkede. Kısaca söylemek gerekiyorsa, İran bugün kendinden emin kişilerin yönetiminde olan ve çevresine barış ve istikrar yayan bir ülke değil. Haziranda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşanan olaylar ise molla rejiminin öz güvenini fena halde sarsmış bulunuyor.
İran’ın Türkiye korkusu
Özetle, İran’da cin şişeden çıkmıştır. İranlılar, bu seçimler sayesinde, baskıcı ve farklılıkları reddeden bir teokrasiye rağmen, farklı siyasi, sosyal ve kültürel beklentileri olan sınıfları ortaya çıkarabileceklerini göstermişlerdir.
Nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman olmasına karşın İran’ın bölgemizde -Türkiye’den sonra- Batılı anlamda sosyal sınıflarla kurumları ortaya çıkarma potansiyeline en çok sahip ülke olduğu da bu vesileyle görüldü.
Burada, Batı’da yaşayan ve hazirandaki olaylardan sonra çarpıcı bir şekilde ortaya çıkan “İran diasporasının” etkisi de göz ardı edilemez tabii. İran’da ortaya çıkmış olan farklı siyasi, sosyal ve kültürel beklentiler, gerçek demokrasiye duyulan ihtiyacı da doğal olarak artırıyor.
Bu durumda Türkiye, yaşamlarından memnun olmayan ve seslerini giderek duyurmak isteyen eğitimli İranlılar için -tüm eksikliklerine rağmen- örnek bir ülke oluyor. Burada tarihi bir ironi de söz konusu. Zira mollalar, 1980’li ve 90’lı yıllar boyunca rejimlerini Türkiye’ye “ihraç etmeye” çalıştılar.
Oysa roller artık değişiyor. Yönetimi demir pençeyle ellerinde tutmaya çalışan mollalar, Türkiye’den daha liberal yaşam tarzlarının yanı sıra, daha fazla demokrasi ile laikliğin bazı unsurlarının “ithal edilmesi” korkusuyla yaşıyorlar.
Türkiye’ye bazı görevler düşüyor
Bu arada işler dışarıda da mollaların istediği gibi gitmiyor. İran’ın yarattığı bölgesel istikrarsızlık, sadece Batı’yı değil, başta Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere, bölge ülkelerini de çok rahatsız ediyor.
Bu ülkeler duydukları rahatsızlığı gizleme ihtiyacını da duymuyorlar. Başka bir ifadeyle, İran’ın sadece Batı nezdinde değil, kendi bölgesindeki rejimler nezdinde de yalnız kalma olasılığı artıyor.
Bunu gören molla rejimi, geçtiğimiz günlerde bir bildiri yayımlayarak, İran’ın Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya ile topluca görüşmeye hazır olduğunu açıkladı.
Bunu yaparken “bölgesel barış”, “daha fazla demokrasi” ve “ekonomik kalkınma” gibi faktörleri de gözettiğini duyurdu.
Uzun lafın kısası, bizde bazıları Tahran’dan yansıyan ve Batı’ya meydan okuyan açıklamalardan haz alıyor olabilirler. Ancak gelişmeler İran’ı Batı ile uzlaşmaya ve bölgesinde bir istikrarsızlık kaynağı değil, istikrar unsuru olmaya zorluyor.
Mollaların bu süreci nasıl yönetecekleri henüz netlik kazanmış değil. Ancak gelişmeler, İran ile Batı arasındaki özel konumu nedeniyle, Türkiye’ye bu çerçevede önemli bazı görevlerin düşeceğini gösteriyor.