Buğu Gemisi ile başlayan buharlı gemi macerasının gördüğü büyük ilgi girişimcilerin deniz taşımacılığına önem vermesine yol açar. Kısa süre sonra İngiliz, Rus, Fransız bayraklı yandan çarklı buharlı gemiler “Vapur” adı altında Boğaziçi’nde seyri endam etmeye başlarlar.
20 Mayıs 1828 günü, iki yanındaki kocaman çarklarıyla Marmara Denizi’nin mavi sularını döve döve, arkasında bembeyaz köpükler bırakarak yol alan küçük ve garip görünüşlü bir tekne, Sarayburnu önünden limana doğru ilerlemektedir. Direğinde hafif yelken donanımı olan bu teknenin dikkat çeken en önemli ve o güne kadar görülmemiş özelliği ortasında tepesinden simsiyah dumanların çıktığı ince bir bacasının olmasıdır.
İstanbul’a geliş
Bu tekne, İstanbul limanına gelen ilk buharlı gemidir. İstanbul limanına girip demir attığında hemen herkesi şaşırtan bu gemi, kürek veya yelken kullanmamakta, yine de hareket edip akıntıya karşı da olsa denizde seyir edebilmektedir. Limandaki teknelerde bulunan
Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî Eğitim bakanları arasında en uzun süre (28.12.1938 - 5.8.1946) görev yapan Hasan Âli Yücel, 26 Şubat 1897 günü İstanbul’da dünyaya gelir. Ekonomik açıdan oldukça iyi koşullara sahip bir ailenin tek çocuğu olarak gerek aile içi gerekse okuduğu okullarda iyi bir eğitim alır. Dört yaşında Laleli’deki Yolgeçen Mektebi’nde başladığı okul hayatına, Topkapı Taş Mektep, Mekteb-i Osmanî ve Vefa Lisesi’nde devam eder. Lise son sınıfta okurken Birinci Dünya Savaşı nedeniyle askere alınır, önce asteğmen, sonrasında da teğmen olarak üç buçuk yıl askerlik yapar. 2 Aralık 1918 günü terhis edilir. Terhis edilmesinden sonra Darülfünün Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırır, bir süre sonra Edebiyat Fakültesi Felsefe Şubesi’ne geçer. Lise öğrenciliği sırasında ilgi duymaya başladığı yazım işine, günlük gazetelere yazı yazarak devam eder.
19 Aralık 1922 günü öğretmen olarak atandığı İzmir’deki görevine başlar. Hasan
İçinde yaşadığımız bu güzelim şehrin görmezden gelinen yapılarından birisi de içinde Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzeleri gibi çok sayıda önemli yapıyı ardında barındıran Sur-u Sultâni’nin ana giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyun’dur. Üzerinde bulunan kitabeden 1454-1478 yılları arasında yapıldığı bilinen bu kapı, bir dönem görkemiyle hemen herkesi etki altında bırakan bir binadır. Bâb-ı Hümâyun üzerinde yer alan ve hattat Ali b. Yahyâ es-Sûfî imzasını taşıyan altın varaklı kitabe bu kapının bir güç simgesi olduğunu açıkça vurgular;
“Allah’ın inayeti ve izniyle, iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah’ın gölgesi, iki ufukta Allah’ın gözdesi, yer ve su küresinin hükümdarı, Kostantiniyye kalesinin fatihi, Sultan Mehmed Han oğlu Sultan Murad Han oğlu Sultan Mehmed Han, Tanrı mülkünü ebedî kılsın ve makamını feleğin en parlak yıldızlarının üstüne çıkarsın. Ebul’l-feth Sultan Mehmed Han’ın emriyle, 883
“İnsaflı insanın gözü gördüğü şeyi cam parçası olsa da inci sayar, hünerli insanın gözü ayıptan pak olur. Hünersizlere gelince onların ayıplamasından korkulmaz, usturanın ağzı ne kadar keskin olsa da kılı keser ama ortadan yaramaz.”
Karahisarî (1468-1566)
Ziyaroğullarından (928-1077) Emir Keykâvus’un oğlu Geylanşah’a H. 475/1082 tarihinde yazmış olduğu Kabusnâme’nin 6. Bap’ı, “Hüner Artırmak Güher Artırmaktan Yeğ İdiğin Beyan Eder” dir. Hüner sözlüklerde; “Bir işte gösterilen ustalık, beceriklilik, mahâret. Bir işi iyi bilmekten, iyi yapabilmekten gelen üstün hal, mârifet, bilgi ustalık ve mahâret istenen sanat” olarak açıklanmaktadır. Güher ise, “Mücevher, inci, değer, kıymet, cevher” anlamına gelmektedir. Bu bölümdeki açıklamasıyla Emir Keykâvus, “Bir insanın hüner sahibi olması, zengin olmasından daha iyidir.” demekte ve bunu şu sözleriyle açıklamaktadır;
“Ey oğul bilmiş ol ki, hüner güherden yeğdir.
Bu yapının cephesinde yer alan boruların her birinin bir insan olduğunu hayal edin. Siyah veya beyaza boyanmış bu boruların yukarıdan aşağıya kadar dümdüz indiğini düşünün. Bakınca ne görürüz? Asker nizamı dizilmiş, hikâyesi olmayan renksiz ve ruhsuz bir görüntü? Halbuki onların dalgalanmalarını, kendilerini özgürce ifade etmelerini sağladığımızda ortaya bir hareket, alışılmışın dışında bir görüntü çıkar. Daha ötesi eğer onları renklendirir ve kendilerini daha fazla ifade etmelerini sağlarsak, “Burada bir hikâye var!” diye düşünürüz
2012 yılı başlarında Antalya Sanayi ve Ticaret Odası (ATSO) Başkanı Osman Çetin Budak ile bir toplantı esnasında tanıştık. Antalya’da bir “Kültür Sanat Merkezi” kurmak istiyorlardı. Şehrin merkez bölgesinde yer alan eski binaları 2008 yılından beri boştu ve kültür sanat fonksiyonu verilecek şekilde yeniden inşa etmeyi düşünüyorlardı. İnan Kıraç, Osman Çetin Budak, Davut Çetin ve ben, bir akşam yemeğinde buluştuk. İnan Bey, eğer bu
“Türkiye bir güçtür. Siz ne yaparsanız yapın, öyle kalacaktır.” Talât Paşa
1 Eylül 1874 tarihinde Edirne’de doğan Mehmed Talât Paşa, ilk eğitimini Vize’de aldıktan sonra Edirne Askerî Rüştiyesi’ni bitirir. Babasının vefatı üzerine ailesinin geçimini sağlamak amacıyla Edirne Posta ve Telgraf İdaresi’nde çalışmaya başlar. Aynı dönemde Edirne Alliance Israélite Universe Mektebi’nde Türkçe hocalığı yapar. Özel dersler alarak Fransızca öğrenir, aynı zamanda Rumca da konuşabilmektedir.
Siyasetteki yeri ve sonrası
Genç yaşında eniştesi İsmail Yürükoğlu aracılığıyla Jön Türk düşüncesinden haberdar olur ve Edirne’de oluşan bir muhalif örgütlenmeye katılır. Alt düzey bürokrat ve subaylardan oluşan bu örgüt içindeki faaliyetleri nedeniyle arkadaşlarıyla birlikte 1896 yılında tutuklanır. Üç yıl hapse mahkûm olur, bir buçuk yıl sonra tahliye edilerek Selanik’e sürgüne gönderilir. 1899 yılında Selanik Vilayeti Posta ve Telgraf
Çoğu kez söylediğim gibi bizim güzelim ülkemizde bazı işlerin yapılması tümüyle şansa bağlıdır. Bazı zaman şans yüzümüze güler, olmaz denilen işler olur, bazense şans bize küser, olur denilen işler olmaz. Buna şans demek ne derece mümkün? Bence akıl demek daha doğru olacaktır.
Aya İrini Kilisesi ilk kez 26 Haziran 1973’te Madrigal Korosu’na ev sahipliği yaptı.
Zaman zaman geriye dönüp bakınca, “Ne olaylara şahit olmuşuz!” diyor insan kendi kendine. Bâb-ı Hümâyun’dan Sur-u Sultani’ye girip biraz ilerlediğinizde sol yanınızda muhteşem bir anıtsal yapı olduğunun farkına varırsınız. Ayasofya’dan sonra bu şehirde yapılan en büyük Ortadoks kilisesi olan bu yapı “Aya İrini Kilisesi” olarak bilinir. Aya İrini Kilisesi’nin yapımı çok eski tarihlere uzanmaktadır. İlk yapımının IV. yüzyılın başlarında I. Konstantin (MS 324-337) döneminde çevrede bulunan çok tanrılı dinlere ait tapınaklardan arta kalan malzemeler kullanılarak inşa edildiği kabul edilmektedir. MS 532 yılında meydana gelen
9 Haziran 2022 günü “Başkent Kültür Yolu Festivali” kapsamında Ankara Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde “Ankara’nın Başkent Oluşu” hakkında bir konuşma yaptım. Az sayıda izleyicinin olduğu bu toplantıdaki konuşmamı sizlerle de paylaşmak isterim.
Falih Rıfkı Atay
Falih Rıfkı Atay’ın 1952 yılında yayınladığı “Çankaya” isimli kitabının bir bölümü, “Bir Şehir Yapmak” başlığını taşımaktadır. 26 Aralık 1894 günü İstanbul’da dünyaya gelen Falih Rıfkı Atay, Darülfunun Edebiyat Şubesi’nden mezun olduktan sonra kısa bir süre memuriyet görevinde bulunur. Bir süre sonra Tanin Gazetesi’nde röportaj ve muhabirlik yaparak gazetecilik mesleğine adım atar. Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak IV. Ordu karargâhında, Cemal Paşa’nın özel kalem müdürü olarak görev yapar. Savaş sonrası bir grup arkadaşı ile Akşam Gazetesi’ni kurar, milli kuvvetlere destek veren yazıları ile tanınır. 1924 yılında Bolu, daha sonraki yıllarda ise Ankara milletvekili olarak 1950 yılına kadar