Beş yıldır süren Ergenekon Davası’nın üç saatlik karar duruşmasında öfkenin yanı sıra yürek burkan detaylar da vardı. Biri salona girmesini engellemek için başına iki jandarma dikilen Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan’ın “Babama burada olduğumu söyleyin” mesajı...
Diğeri “Yanındayım Balbay” diye bağıran eşine Mustafa Balbay’ın parmağındaki alyansı öperek gönderdiği selam...
Ve kararlara “Eşime de ölüm cezası verdiniz” sözleriyle tepki gösteren Sabriye Okkır’a yönelik suçlama girişimi...
Bunlar öyle üç kareydi ki; gazetecilerin sarı basın kartlarının sahte olup olmadığını kontrol etme, güvenlik kontrolünde milletvekilleri ve avukatları ayakkabı çıkarmaya zorlama ya da salona giren herkesin görüntüsünü alma girişimleri sırasında yaşanan tartışmaları bile unutturdu...
***
Sanıklar geldiğinde Nazlıcan salonda yoktu. Salonun kapısına kadar gelmiş ama içeri almamışlardı. Başına iki kadın astsubay koymuşlardı. O da içeriye “Ben buradayım baba” diye mesaj göndermişti.
Nazlıcan’ın adını duyan Tuncay Özkan, “Beklesin beni” diye seslendi. Devreye giren CHP milletvekilleri askerleri ikna ederek (salonu terk ederiz tehdidi) Nazlıcan’ı içeri soktu. Nazlıcan geldiğinde sanıklara doğru
Beş yılı aşkın süredir devam eden Ergenekon Davası’nda sona geldik. Bugün hukuk ve vicdan sınavı var. Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’nde oluşturulan duruşma salonunda 66’sı tutuklu 275 sanık hakkındaki karar yüzlerine okunacak. Dışarıda ise polis ve jandarma barikatı arkasında gergin bir bekleyiş olacak. Temenni evrensel hukuk kurallarına aykırı bir karar çıkmaması.
Ne acı ki; avukatların bu konudaki beklentisi olumsuz. Nedeni; 20 Ekim 2008’deki ilk duruşmadan bu yana geçen 320 celse boyunca “uzun tutukluluk süreleri, hak ihlalleri ve savunma hakkının kısıtlanmasına” yönelik yapılan itirazlara rağmen değişmeyen sonuç. Onlara göre;”kalem çoktan kırılmış...” Umutlanmak, beraat ya da adil bir karar beklemek anlamsız. Salona sanık yakınlarının alınmama kararı da bunun deşifre edilmesi...
Karar öncesi görüştüğüm gencinden deneyimlisine tüm avukatların duygu ve düşünceleri bu yöndeydi. İşte birkaç örnek:
Köksal Bayraktar: Yargılama eksik ve hatalı yapıldı. Savunma kısıtlandı, tanık dinleme talepleri reddedildi.Özellikle de ceza hukuku yönünden kanun maddesi hatalı yorumlandı. Cebir, şiddet olmadan insanları cezalandıracaklar. Deliller de cebir, şiddet yansıtmamasına
“İstanbul’u alan, Türkiye’yi alır.” Bu her seçim döneminin değişmez sloganı ve gerçeği. O nedenle adaylar önemli. İktidar ya da ana muhalefet kanadında henüz netleşen bir isim yok. Bunda seçime olan yedi aylık süre kadar, partilerin kafasını karıştıran seçim hesaplarının etkisi de büyük. Hesapların odağında ise BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder var. Bu AKP ve CHP için de geçerli.
Çünkü; düne kadar seçimi çantada keklik gören AKP, Gezi olayları sonrasında ortaya çıkan tablodan rahatsız. Olası ittifak ya da aday dayanışmalarından çekiniyor. Dokuz milyon seçmenin bulunduğu İstanbul’da CHP ise belirleyici rol oynayan “Kürt oyları” ve “Gezi ruhunu” etkileyecek isim konusunda kararsız. O nedenle de Sırrı Süreyya Önder’in aday olma ya da olmama kararı önemli.
AKP’ye göre Önder’in adaylığının anlamı; ittifak riskinin kalkması ve muhalif oyların parçalanması. Özellikle de Kürt seçmen açısından. Bunu “AKP’nin açılım dayanışması” diye yorumlayan bile var. Ya Önder aday olursa ya da ittifak gündeme gelirse? O zaman da AKP’nin işi zor. Ancak, dün konuştuğum Önder’in verdiği yanıtlara göre; bu olasılık zayıf. Çünkü, Önder başkanlık konusunda oldukça istekli ve iddialı. İşte
Mart 2014'te yapılacak yerel seçimlerde sandıktan kim çıkarsa çıksın, yetki "seçilmişin" değil, "atanmışın" olacak. Çünkü 30 Mart 2014’te yürürlüğe girecek olan "6360"(*) sayılı yasa ile büyükşehir belediyelerinin bulunduğu illerde "Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı" kurulacak. Başında da o ilin "Valisi" olacak. Metro, metrobüs, tramvay hattı yapmak isteyen ya da alan düzenlemesi düşünen başkan valiyi ikna etmeden adım atamayacak. Yasayı "Vali olur vermezse, belediye başkanı çöp kamyonu bile alamaz" diye yorumlayan da var. Valinin nelere karışacağını hep birlikte göreceğiz. Tabii, Anayasa Mahkemesi, CHP'nin anılan yasayla ilgili "iptal başvurusunu" kabul etmezse...
Ama önce şimdiki durumu gözden geçirmekte yarar var. CHP'nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın'ın verdiği bilgiye göre; bugün İstanbul, Ankara, İzmir büyükşehir belediye başkanlarının istediği yatırımı yapması mümkün. Başkan "Param yetersiz, kredi istiyorum" derse de hazine onayı gerekiyor. Muhalefet partisinden olduğu için kredi başvurusu bekletilen ya da borcu nedeniyle boğazı sıkılan belediyeler de malum. Ama 6360 sayılı yasa, bunların da ötesinde sıkıntılara
Herkes “Erken, seçime daha çok var” diyor ama; CHP’de adaylık tartışması kızıştı. Çünkü parti üyesi olanların aday adaylığı için başvuracakları son tarih 31 Temmuz. Buna partili belediye başkanları da dahil. O nedenle ilçelerde başvurusunu yapıp da kulis çalışmalarına başlayan çok sayıda isim var. Ama İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı konusunda kafalar karışık. Bunda “Partiye üye olmadı” diye eleştirilen Mustafa Sarıgül kadar, kararsızlığını sürdüren CHP Genel Merkezi’nin payı da büyük. Bu kararsızlığın nedeni de farklı iki görüşün çekişmesi.
Bir grup partili diyor ki:”Havada 1989 (*) esintileri var. Siyasi konjonktür CHP’nin lehine işliyor. Aday kim olursa olsun başarı kaçınılmaz. O nedenle aday partiden olsun.”
Diğer grup ise tam aksini savunuyor:
“Kim olursa olsun kazanır anlayışı hiçbir siyasi parti için doğru değil. Her seçimin kendine özgü koşulları var. Seçimi kazanmak, başa güreşmek için doğru kişinin aday olması şart. Bu parti içinden ya da dışından olabilir.Yeterki paraşütle gelmesin. Parti kültürünü bilsin. Adının Mustafa, Ahmet, Mehmet olması da önemli değil.”
1989 esintisini savunanlar, Sarıgül’ün Deniz Baykal döneminde (2004) önerilen
Eve, otoya, paraya “icra takibi” bildik şeyler de, konu çocuk olunca anlamak zor. Çocuğu isteyen alacaklı vermeyen borçlu. Yedi gün içinde vermezsen de “Çocuk nerede bulunursa bulunsun ilam kararı zorla uygulanır” hükmü. Yani polis kapıya dayanacak ya da gördüğü yerde el koyacak. Bir masa ya da dolap gibi. Buna da “Çocuğun yüksek yararı” denilecek!..
Devletin korumaya aldığı ve 20 günlükken Ankaralı D.M ve M.M. çiftine evlatlık verdiği C.D’yi bekleyen son da bu. Bugün 3 yaşındaki C.D. anne-baba olarak M. çiftini biliyor ve Ankara 5. Aile Mahkemesi’nin kararıyla da(17.4.2012) onların soyadını taşıyor. Ama yarını belirsiz. Çünkü doğduğu gün kendisini terkeden ve hiç görmediği biyolojik annesi yıllar sonra Ankara 11. Aile mahkemesi’nde açtığı “evlatlık iptali” davasını (6.11.2012) kazandı. C.D’yi almak içinde “icra emri” çıkarttı. Kütahya 2. İcra Müdürlüğü’nün 5 Temmuz 2013 tarihli kararı şöyle:
“Teslimi hükmolunan çocuğu iş bu icra emrinin tebliği tarihinden itibaren (7) gün içinde teslim etmeniz, aksi halde çocuk nerede bulunursa bulunsun İcra ve İflas Kanunu’nun 25/25-a maddesi gereğince ilam hükmünün zorla icra olunacağı....”
8 Temmuz’da kararı tebliğ eden M. çiftinin
İktidarın “kalkışma” ya da “darbe planı” olarak değerlendirdiği Gezi Parkı eylemlerine yönelik son operasyonun dayanağı Mobese görüntüleri ve fotoğraflar. Kayıtları inceleyen polis, olayları organize edenleri ve şiddete karışanları saptamış.
Suç ve suçluya ulaşmada etkin yöntem denilen Mobese’yi anlamak zor. Görüntüler; protestocular olunca net. Silah kullanan, gaz bombası atan polisler, eli sopalılar, palalılar denilince flu...
Gezi Parkı olaylarıyla ilgili bugüne kadar görüntü ve sosyal medya takibiyle yapılan gözaltı sayısı 4 bine yaklaştı. Ama ölen, yaralanan, kör olan insanlarla ilgili tek bir ipucu bile bulunamadı. Nedeni; kameralar kırık, bozuk ya da olay yeri kör nokta... Kabataş’ta başörtülü kadına yapıldığı iddia edilen saldırıyla ilgili görüntüler çıktı mı? Hayır. Vali bile ne dedi:
“Şu ana kadar mevcut mobese kameraları üzerinden ortaya çıkmış bir şey yok.”
Çünkü o bölgedeki kameraların da bazıları kırıkmış...
Peki polisin bu kırık, devre dışı dediği kameraları denetleyen bir sistem var mı? Yani o an mı kırıldı, yoksa uzunca bir süredir mi devre dışıydı? Bununla ilgili herhangi bir rapor ya da bildirim olmuş mu? Ve de savcıya kameralar kırık, bozuk,
Yapımına başlanan 3. köprünün güzergâh planları iptal. Ama Ulaştırma bakanına göre; bu iptal değil, zorunlu bir rötuş. Gerekçesi de yapım aşamasında “rastlanan” kuş yolları ve su kaynakları. Bingoo...
Şimdi bu durumu “kısmete bak” deyip sineye çekmek mümkün mü? Aleni bir mühendislik ve planlama hatası söz konusu.. Üstelik yapılan uyarılara rağmen.
İşte tipik bir “dediğim dedik”, örneği daha... Başbakan, iki bakanı ve belediye başkanıyla yaptığı helikopter turunda haritayı önüne koyup, köprü için “en uygun!” güzergâhı işaretliyor. Çevre mühendisleri, şehir plancıları yanlış deyip ayağa kalkıyor,“ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporu şart” diyor. Kimsenin umurunda bile olmuyor. Ve 4,5 milyar liralık köprü ve bağlantı yolları projesi ÇED’den muaf tutularak, start alıyor.
ÇED raporu olsaydı ne değişecekti? TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Baran Bozoğlu’na göre; bakanın rastlantı dediği kuş yolları ve su kaynakları önceden bilinecek, güzergâh da ona uygun belirlenecekti. Şimdi ne olacak? Plan tadilatıyla yeni güzergâh bu bölgelerin çevresinden dolaşacak. Her ne kadar bakan bunu “hafif sapma” olarak değerlendirse de, kaybın boyutu meçhul. Örneğin,